Çarşamba, Aralık 20, 2006

"İstanbul'a selam söyle benden"

Burda bindiğim her takside taksiciyle muhabbet ettim, hepsiyle ortak bir yanım var, buralı değilim, yani burda doğup büyümedim ve konuşmamdan anladıkları için hemen “nereden geldin, okumaya mı?” diye soruyorlar. Toronto’ya beni götürecek otobüse bineceğim gara gitmek için bindiğim taksinin şoförünün nerelisin sorusuna “İstanbul” diye yanıt verince bir sessizlik oldu, ben de “siz nerelisiniz?” diye sordum. “Kürdüm” dedi. Ben “Neresinden?” Bu diyalog anca Kanada’da yapılabilir. Bu soruma bir an durup “Kuzey Irak” diye yanıt verdi, uzun yıllardır burdaymış, 80’lerin sonuna doğru dört beş yıl Türkiye’de yaşamış ama hükümetten nefret etmiş. Hangi hükümet olduğunu tahmin etmek zor olmadı tabii. Türkçe biliyormuş ama epey unutmuş, konuşmasının arasına Türkçe kelimeler ekliyor. İki sene önce Türkiye’ye gelmiş, İstanbul’a, Diyarbakır’a, Adana’ya. Türkiye'deki hükümetlerden ve Avrupa Birliği'nden konuştuk. Söylediği tüm olumsuz şeylerin sonunda "Türkiye çok güzel bir ülke, her yeri, dağları ..." diye ekledi.

Ayrılırken arabadan başını uzattı, “Türkçe giderken güle güle deniyor, değil mi” diye sordu. “Evet” dedim, hala ikisini karıştırmaya devam ettiğimden bir de ekledim “bir de allaha ısmarladık diyorlar.” Arabadan, “güle güle, İstanbul’a selam söyle benden” diye bağırdı. Otobüsün kalkacağı otobüs durağının park yerinde, önümde bavulum, elimde montum, bir sigara yaktım, yeryüzü dümdüz olduğundan göz alabildiğince uzanamayan tek katlı lego binalara baktım. “Dağları güzel, her yeri güzel, büyük ülke Türkiye, ama yok bir farkımız, hepimiz insanız, Türkiye Kürtlere haklarını vermezse giremez AB’ye.” Yeryüzünün düzlüğü ve donuk gökyüzü ne kadar yabancı görünüyor şimdi.

Havaalanları: yarı-mekanlar
Havaalanlarının mekan olarak ne kadar yabancılaştırıcı ve rahatsız edici olduklarını, insanlar için değil uçaklar için inşa edildiklerini düşünüyorum. (Tıpkı otobanların ve yolların yayalar için değil asıl olarak araçlar için tasarlandıkları gibi.) Havaalanlarında yolcuların girmesine izin verilen kapalı alanların çok büyük olması ve insanın bu devasa çatı ve camla kaplı, arayüzlerle ayrılan bölmeler arasında kendisini karınca gibi hissetmesinin yanı sıra, asla her tarafını bilemeyeceğimiz ve göremeyeceğimizi bilmemizden dolayı da insanın üstünde bir hakimiyet kuruyorlar. Havaalanları aslında geçiş yaptığımız, yerleşmeyeceğimiz yarı-mekanlar. Daha açık anlatırsam: gidişte ve gelişte ayrı kapıları kullanmaktan dolayı o devasa kapalı alanın hep başka yerlerini keşfetmiş oluyor yolcu, ve bu ayrı alanları zihinde birleştirmek için pek fazla ipucuya sahip de değil. Bir de yolcuların o havaalanlarına transit yolcu olarak geldiklerini düşünürsek, yani kısaca şu: kendimi de eğlendiremiyorum, yazıyorum yazıyorum, laf salatası, Toronto havaalanına geldim. Bavulu bırakıp board pass’imi aldım, daha iki saatim var, iki alt kattan uçağın olduğu kapıya otobüse binmeliymiş. Etrafıma bakınıyorum, koca alanın bir ucunda yanyana dizilmiş iki bar, bir açık büfe, ve starbucks var. Burda koca havaalanının bir ucuna sıkışmış, camların önüne iki sıra dizilmiş masalara mı oturmalıyım bir kahve alıp, yoksa uçağımın olduğu kapıya ulaşıp orda hiçbir şey olmayacağı riskini göze mi almalıyım. Sadece oturma bankları ve para atılan kahve makineleri de olabilir, ya da burdakinden daha ferah ve iç açıcı oturma mekanına sahip kafeler de olabilir. Avrupa’da olup da Kuzey Amerika’da olmayan şey bu işte: Almanya’daki havaalanlarındaki büfeler bile bir karaktere sahip, bir şey yansıtıyorlar, orda ne tür şeyler bulabileceğini insan bir bakışta tahmin edebiliyor. Buradaki yemek yenilecek yere restaurant demek bile zor, açık büfemsi bir tezgah daha çok. Eski kıtalı olmak böyle bir şey, rahat bir koltuğa gömülüp garsonun bana gelmesini istiyorum, daha yolumun başındayım ama şimdiden mızıklanmaya başladım.

Sonunda arzuladığım cafeye Frankfurt havaalanında kavuşuyorum. Oturmadan yan taraftaki garson kıza merhaba deyip az sonra yanıma gelmesini istemiş oluyorum, deri kaplı banka kendimi bırakıyorum. Yolculuk insanı olgun kılıyor, farklı yerler ve insanlarla karşılaştığında ne yapmak gerektiğine dair tedirginlik kayboluyor. Hiç tanımadığım ve bir daha karşılaşmayacağım insanların arasında kendim gibi olduğumu hissediyorum. Masalar nerdeyse dolu, yanımdaki tek masaya oturmak isteyen ama beni rahatsız etmek istemeyen kibar bir adama "buraya oturabilirsiniz" diyorum. Çaprazıma oturuyor, kafasında kasket, Amerikalı herhalde, 60 yaşlarında, gözlerinin altında torbalar, şiş ellerinde yaşlılık lekeleri. Bir yol klasiği, nereye gidiyorsunuz diye başlıyor konuşma. Fazla kibar, sigaramı yakıyor sonra kendininkini. Houston'lıymış, Noel için evine gidiyormuş. Sonra montunun cebinden bir tükenmez kalem çıkarıp bana veriyor, üstünde e-mail adresi var, "bana mail atarsın belki, sevinirim." Asılıyor mu ne! Tükenmez kalemin arkasına bastıkça kalemin içinde fosforlu pembe bir nesne oynayıp duruyor, sıkıntı gidermek için birebirmiş, deniyorum bir iki. Kalemin üzerinde mail adresi, bir de başka bir adres var, Irak yazıyor. "Neden Irak?" diye soruyorum. Meğer Irak'ta çalışıyormuş. Kesik kesik konuşuyoruz, tam bir sohbet değil. Kanada'da yaşadığımı öğrenince eskiden her hafta Houston'dan yola çıkıp Montreal'e gittiğini sonra geri döndüğünü anlatıyor, her hafta yazdan dondurucu kışa, otobanları anlatıyor, bilmiyorum. Teksas aksanı, söylediklerinin bazılarını anlamıyorum. Irak'ta da tır şoförlüğü yapıyormuş, bazen konvoyla, bazen zırhlı araçla yola çıkıyormuş. Çok yer gezmiş, Tayvan, Hindistan, sayıyor. Dünyanın her yerinden arkadaşı varmış, dün Nepal'li arkadaşı yolladığı e-postada ameliyat olacağından bahsetmiş. Hintli arkadaşı ona Hintli kıyafeti yollamış, poşetinde duruyormuş hala.

Uçağıma binme saatimin geldiğini söyleyip iyi yolculuklar diliyorum. Bazıları dünya vatandaşı, bazıları... Aynı gün içinde karşılaştığım çelişkinin yorgunluğu biniyor üstüme. Günün sonunda, yani yolculukta geçen ve hareket halinde olduğum için sadece bana göre hesaplanan bir günün sonunda, "çok gezen mi, çok okuyan mı?" sorusuna yanıtım "çok gezen" oluyor.

Cuma, Aralık 08, 2006

düzeltme

Sabah kalktığımda bir düzeltme yazısı yazmam gerekti: öğlen itibariyla kar 80 cm kadar. Biraz hızlı yağmış, ama yine de burdakilerin hazırlıklı olmamaları ayrıca ilginç. Bugün London ölü şehir, okullar kapalı, arabalar yola çıkamıyor, otobüsler çalışmıyor. Beyaz bir denizin ortasında evlerinde mahsur kaldı insanlar. Hani İstanbul'da hep olan şey, on santim karı görünce insanlar yolda kalacaklarından dışarı bile çıkmayı denemezler. (Ben hep inatla, karda yağmurda okula işe gitmişimdir, her seferinde kimsenin olmadığını görüp evden çıktığıma pişman olarak.) Çok daha sert koşulları olan Nova Scotia'lı ev sahibim Ontario'luların bu hazırlıksız yakalanmalarına ve mesela arabalarında fırça taşımamalarına ve bu miktarda karı abartmalarını gayet saçma buluyor. Orda her sabah bu kadar karla uğraşıyorlarmış.

Asıl manzara, köpekler arka sundurmaya çıktıklarında seyirlikti: Adonis (St. Bernard, büyük köpek, öğrenin artık isimlerini) karın içine iki kere sıçrayıp çakılıkaldı çünkü kar köpeğin boyundaydı. Olduğu yerde (ç)işini yaptıktan sonra kar yedi, Alpinik kuçu. Canavar yavrusu Moses ise hiç bir şeyden korkmuyor, kara dalıp kendine tünel yapıp diğer taraftan çıktı. Kar çok yumuşak buna rağmen sincaplar batmadan üstünde yürüyebiliyorlar.

Bu arada msn'de bir hayranım var sanırım, sürekli komik adlarla birileri beni listesine ekliyor. Bugünküne çok güldüm: mavi bir gecede başlamıştı sevdamız, sensiz_olmaz_bitanem_hayat@hotmail.com Birilerinin canı çok sıkılıyor sanırım. Ne diyeyim, akıl fikir ve meşguliyet diliyorum.

Kar taneleri, alıcı kuşlar

Hani iki gün önce kar atıştırmaya başladı demiştim ya, şimdi dizime geliyor. O kadar. Bahar gelip de ağaçlar yaprak verip, çimeni görünceye kadar da bir daha kardan bahsetmeyeceğim. Kış kıyafeti almak için de Ocak ayında dönüşümü beklememeye karar verdim, kış daha yeni başlıyor ve buralılar kot pantalon ve kısa ceketle başları açık dolaşabilirler ama bu koşulların Alp dağlarındaki gibi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yani kayak kıyafetiyle dolaşmaktan hiç gocunmam, üşümektense. Bugün yirmi dakika otobüs bekledim, kar üstüme yağıyordu, haliyle, kuru karı seviyorum ama ya evdeysem, ya da üşümüyorsam. Neyse ki rüzgar esmiyordu yani nispeten ılık bir gündü ama yine de eldivenli ellerimi cebime soktum, bir de İstanbul'da taktığım zaman arkadaşların alaylı şakalarına konu olan kukuleta bereme rağmen kafatasımın üşüdüğünü hissettim. Kısacası, kıçın donuyorsa yandın demektir çünkü en başta uzuvlar yani kol ve ayaklar üşüyor, elleri, başı ve ayakları sıcak tutabiliyorsan sorun yok demektir. Öğreniyorum.

Salı, Aralık 05, 2006

nefes kesen deneyimler

Kendimi burdaki hava koşulları konusunda yazmamak için zor tutuyorum. Hem sürekli havadan bahsedip herkesi (kendim dahil) baymak istemediğimden, hem de daha yeni başlıyoruz, dur, hemen salma kendini, daha bu ne ki. Mesela geçen hafta 5-6 gün hava normallerin gayet üstündeydi, gündüz t-şörtle dışarı çıkılabilecek kadar. Olağanüstü bir durumdu, yazmak istediğim. Geçen haftasonu, belki de uzun bir zaman için son bir kez diyerek bisiklete binip 2 saat dolaştım, hala yokuşları çıkmayı beceremiyorum. Nehir kenarındaki patikada kısa ama dik yokuşlar var, her seferinde önce bir heves edip vites düşürüyorum ama yokuşun ortasında pestilim çıkmış halde bisikletten inip yürüyorum. Gene böyle bir yokuşta arkamdan da başka bir bisikletli gelirken durdum, sağ ayağımı yere koydum ve aynen ağır çekimle düştüm. Durmuştum neyse ki ve alt tarafı çimene yumuşak iniş yaptım ama insanın kendisini düşerken ağır çekimde görmesi çok eğlenceli.

Dün atıştırmaya başlayan kar yere yumuşak iniş yapıp, hani İstanbul'daki gibi toprağa değdiğinde erimediğinden, kar kristalleri halinde şimdiden her tarafı beyaza kapladı. Mesela mikroskopla dışarı çıkıp kaldırımdaki kara (çok) yakından baksam bir sürü kar kristalleri görebilirim. Sıcaklık eksilerde devam ederse eriyeceğini sanmıyorum. Hem Christmas da yaklaşıyor, renkli ışıklarla süslenen ağaçlar ve evlerin görüntüsünü tamamlıyor.

Bu "hissedilen" sıcaklık var ya, daha önce de bahsetmiştim, bir kavram karmaşası yaratmasına rağmen dışardaki duruma dair çok şey söylüyor. (Dışarsı= evin dışı). Kavram karmaşasının nedeni, tamamen olgusal bir kavramla algısal bir kavramı bir arada kullanıyor olması. Yani, sıcaklık ölçümünde kullanılan sayısal bir birimle insan duyusunu birleştiriyor. Daha iyi ifade etmek için mesela şu soruları sorabilirim: "- 25 derece nasıl hissedilir?" ya da "-25 derece hissi ile -40 hissi arasında ne fark vardır?" Tam da bu soruların saçmalığı nedeniyle burdaki soğuğu anlatmamın yolu olmadığını farkediyorum. Şu anda dışarda hava sıcaklığının -7 (hissedilen -13) olduğunu söylemem o yüzden bir şey ifade etmiyor, okuyunca insan "Haa -7, tıpkı -13 hissettiğimdeki gibi" diyemiyor çünkü. Daha yeni burda -40'ları göreceğimi öğrendim, nedense ben kendimi -25'e hazırlamıştım, kimden duyduysam orda takılmışım (hissedilen değil, reel). Bu bilgi şu an bana en kısa zamanda, kış kıyafeti almam gerektiği dışında bir şey ifade etmiyor. Elbette bunun en başta nedeni bu sıcaklıklara dair bir deneyimim olmaması. Ama yine de kuzeyli bir Kanadalı'nın -25 derecede "Burası çok daha sıcak" demesi kadar absürd bir durum var ortada.

"Hissedilen" derece, rüzgar ve nem durumuna bağlı olduğundan beklentiyi daha bir belirliyor. Tıpkı İstanbul'da % 90 nem varken 35 derece sıcaklık ile poyraz olduğundaki 35 derecede aynı sıcaklığı hissetmemiz gibi, burda da ne beklememiz gerektiğine dair çok şey söylüyor. Yine de bu sıcaklığı nasıl hissettiğimize dair bir şeyler söylenebilir, deneyim olmasa da anlayış mümkün müdür? Ya da iletişimin sınırı nerdedir? gibi sorulara da götürebilir bizi. Mesela bana söylenen burnumun içinin bile donacağı, yüzümün her tarafını kapamak zorunda kalacağım gibi şeyler. Tabii bu tanımlamalar, bende daha önceki bir deneyim var olmadığı için havada kalıyorlar (iletişimin sınırı). Sanırım o yüzden insan sadece yaşadıklarını bilebiliyor (daha edebi ve mistik bir deyiş de: "balı tadan bilir").

Ben de yalnızca şu ana kadar "tattığım" şeyi anlatabilirim: nefes kesici. Cidden. Kelimenin tam anlamıyla, yani düz anlamıyla. Hele rüzgara karşı yürürken. Nasıl anlatsam, sıcak bir yaz günü dağdaki soğuk bir dereye atladığında insanın nefesi kesilir ya, öyle. Hani bir iki saniye sonra alışır, keyif almaya başlayabilir, dışardaki insanları teşvik edici sözler sarfeder: "atla, atla, çok güzel, hemen alışıyorsun, öyle bir defada atlayacaksın". Sonra aradan yirmi saniye geçtikten sonra ayaklarını hissetmemeye başlarsın, ama hala dışardaki arkadaşı sokmaya uğraştığından bozuntuya vermezsin. Ama o dereye atladığında ilk birkaç saniye kesilen nefes, sonra geçer, yerini dinçliğe, yeniden doğmuş hissine, tazeliğe bırakır, tüm bedenin varlığını bir defada hissetmeye başlarsın. Burda o nefes kesilmesi geçmiyor, yerini tazeliğe falan bırakmıyor. Aklıma annemin söylediği bir şey geldi bugün şehir kütüphanesinden çıktığımda yolda yürürken, kışın doğduğumdan işe giderken beni paltosunun içinde taşırmış, her rüzgar estiğinde sanki şoka uğramış gibi kasılırmışım. Bu üşümekten farklı bir şey, şimdi anlayabiliyorum, sanırım rüzgarın bende yarattığı bu nefes kesme halinin bebeklik travmalarımla da ilgisi var. (Psikanaliz okuyorum, çok belli oluyor, di mi?)

Cumartesi, Kasım 25, 2006

İngilizce'deki eksik deyimler

Türkçe'de olup da İngilizce'de olmayan kelimelerin listesini yapmaya kalksam epey uzun bir liste olacağından hiç şüphem yok. Tam tersi bir listeyle hiç ilgilenmiyorum şu an, ne de olsa kendimi başka bir dilde ifade etmeye çalışırken diğer liste benim pek ilgilendirmiyor.

En başta İngilizce'ye katmak istediğim iki kelime var: "hadi!" ve "geyik", "geyik yapmak"tan gelen "geyik" elbette. "Geyik yapmak" deyiminin yanına yaklaşabilen bir deyim bile yok. Oysa biz hem deyimi hem de eylemin kendisini çok severiz. İngilizce argo dağarcığı benden daha geniş olan biri bir karşılık biliyorsa blogumla paylaşırsa çok sevinirim. Bundan Kanadalıların geyik yapmadığı sonucunu çıkarabilir ayrıcana. Sürekli konu değiştiriyorlar başım dönüyor, bir süre sonra zaten referanslarını da bilmediğim için Fransız gibi kalıyorum. Daha doğrusu, konuşmalar Çince gibi gelmeye başlıyor. Oysa aynı konuyu dalağını yarana kadar deşmekten daha zevkli ve de boş bir kolektif üretim var mı?

İngilizce'de bir de minnet veya üzüntü içeren, yani karşındakinin duygularına bir şekilde sempati duyduğunu göstermek için kullanılacak deyim dağarcığı o kadar sınırlı ki; "good for you", "that's too bad" den başka bir şey aklıma gelmiyor, ve bunlar da çok klişe veya sıradan olduğu için kullanmaktan imtina ediyorum. Başka varyasyonları da "I am sorry for you" veya tam tersi için "I am happy for you." Bu anlamda gayet güdük bir dil, bu nedenle de karşındaki kişiyle diyalogun samimiyet derecesini dille konuşarak ifade edemiyorsun. Tabii çok samimi ve eşit bir durumdaysan "shit!" de denilebilir, "çok şaşırdım ne kötü" babında. Kısaca karşındakiyle duygusal bağı ifade etme ve hatta yaratma deyimleri o kadar sınırlı ki, Türkçe ne kadar duygusal bir dilmiş onu farkettim. İngilizce'de birini kutlamak için benim nedense hiç sevmediğim "congratulations!" dan başka bir şey bilen var mı? Ya da mesela "takma kafana" nasıl denir? Biraz daha argo çalışmam lazım sanırım. "Too bad, so sad" n'apalım!

Mesela şu deyimleri diyememek tuhaf oluyor: "hadi gene iyisin", "bu da geçer, boşver" , "bundan iyisi can sağlığı", "iyi yapmışsın", "öküz müsün ne?", "canına bir halel gelmesin de" ya da "gelen mala gelsin", "geçmiş olsun" (bir sürü anlamıyla), "ooh, canına sağlık", "iyi yaşa" ("çok yaşa" yerine), "aaay ne kötü", "gözün aydın", bir de ilk duyduğumda çok şaşırdığım ve hala da kullanamadığım "allah kavuştursun". Tabii bir de "kolay gelsin."

Bir de mesela gene bu minvalde, İngilizce'de bir karşılığı olmadığı için "afiyet olsun" yerine "bonne appetit" kullanılıyor, ama "ellerine sağlık" yerine geçebilecek bir deyim yok. Zaten ilki de pek kullanılmıyor. Yemek yemek bizdeki gibi insanları bir araya getiren bir tören olmaktan çook uzaklaşmış. Şükran günü dışında. Burdaki ilk şükran günümde, evde kalan diğer kadınla beraber yemek yapıp sonra ayrı ayrı yemek yemiştik, "bu kadar yemek neden yapıldı peki ayrı yemek yiyecektiysek" diye de garipsemiştim durumu.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

just a perfect day, o la la

"It's just a perfect day", and I don't know a more ironic lyrics ever.

saçma salak anlar

yazdıklarımı kimse okumuyor diye bir hisse kapılıyordum ama sonra bir iki arkadaşım yazılarımı beğendiklerini söylediler, mutlu oldum. yazmak kendi başına mutlu ediyor zaten ama insan merak da etmiyor değil, kimse okuyor mu diye.

başıma gelen saçma salak şeyleri yazacağım bugün. içimden geldi. ilk yazımdaki gibi, kendimi eğlendiriyorum, belki başkalarını da eğlendiririm umuduyla.

köpek gezdirmenin incelikleri
ilk geldiğim günlerden birinde, uysal ve salak kuzu köpek İsis'i yürüyüşe çıkarmıştım. Adonis farketmesin de kıskanmasın diye biraz uğraş vermek gerekti. Neyse, çıkardım, önce koşturuyordu ama epey de söz dinliyordu. sokağımda bir iki yüz metre yürüdükten sonra ön bahçesinde bir sürü bitki çiçek olan bir evin önünde durdu; köpek gezdirmenin güzel tarafı ne zaman durup ne zaman koşacağımızı ağırlıkla köpeğin belirlemesi. köpeğinizle ilişkinizin şeklini beraber yürürken daha iyi anlıyorsunuz, o size ne kadar uyuyor, siz ona ne kadar uyuyorsunuz. sanırım aynı şey insanlarla olan ilişkiler için de söylenebilir. mesela bir çiftin beraber nasıl yürüdüğüne bakarak onların ilişkisi hakkında fikir yürütebilir insan. demek ki neymiş: ilişkinin başlarında sevgiliyi şöyle uzunca bir yürüyüşe çıkarmak gerekliymiş, kolunuza mı yapışıyor yoksa sizden üç adım önde mi koşturuyor diye görmek için. evet evet, insan sevgilileri birlikte yürüyüşlerine göre sınıflandırabilir, çok eğlenceli, mesela yürürken size sakat muamelesi yapan bir tür var ki, benim en katlanamadıklarımdan. kimilerinin hoşuna gidiyor bu belli ki. bir de alışverişe çıkmak gerekli birlikte en erken zamanda. şöyle bir elkitabı yazabilirim: "sevgilinizi tanımanın yolları" ve daha büyük fontla alt başlık da: "aşkın gözü kör ama şeytan ayrıntıda gizli."

neyse, bahçesinde durduğumuz evin sundurmasında bir adam oturmuş kitap okuyordu, biz bahçesinde durunca bize bakmaya başladı. köpeğin uzun durma nedenini açıklamama gerek var mı bilmem, epey büyük ve yumuşak bir ürün ortaya çıkarmakla meşguldü. köpekle yürüyüşe çıkıp da yanıma naylon poşet almayacak kadar salak olduğumdan adama bakmamaya çalışarak kendi kendime söylenmeye başladım. herşey gün gibi aşikardı, kaçacak bir yer yoktu ve yer yarılsa da dibine girsem anlarından biriydi. adam ayağa kalkıp poşet isteyip istemediğimi sordu ben de gayet tabii, memnuniyetle kabul ettim ve onu rahatsız ettiğim için özür diledim. adamın yanıtı çok şıktı: "kendim temizlemektense kalkıp poşet getirmeyi tercih ederim." İsis'in sanat eserini poşete alıp adama "bahçeniz çok güzelmiş" deyip iyi günler diledikten sonra sergi alanından uzaklaştım. neyse ki adam çok kibardı. daha henüz okul başlamamıştı, adam umarım hocalarımdan biri çıkmaz diye dua ede ede eve döndüm.

"ödevimi yapamadım öööretmenim"
geçen hafta bir gece evde yalnızken tuvalette elimde kapı tokmağıyla içeride kilitli kaldım. saat gecenin iki buçuğu ve evsahibim eve işten bir saat sonra gelecekti. tokmağa bakıp yerine oturtmaya çalıştım, haliyle, ama boşa dönüyordu. tokmaksız elle döndürmenin de yolu yoktu, etrafımda pense işlevi görebilecek bir şeyler aradım, havluyu denedim elim acımasın diye. kapının menteşelerine baktım, kapıyı itmeye çalıştım. gecenin bir yarısı yarım metrelik bir tuvalette kilitli kalmıştım. kapının dışındaki köpeklere seslendim ama beni kurtarma gayretinde bulunmadılar. tokmağı yerine oturtabilmek için kilidin vidalarını saatimi kullanarak söktüm. tokmak gene boşa dönüyordu. doktora öğrencisinin bahanesi bulundu böylelikle: "gece tuvalette kilitli kaldım, ödevimi yapamadım." bir yandan da alt katta yaşayanların bu saatte ayakta olduklarını biliyordum, benden de geç yatıyorlar. sesimi nasıl duyursam, ne diye bağırsam diye düşünürken son bir kere daha denemeye karar verdim. hani insan tüm kalbiyle ve son bir umutla "hadi son bir kere, lütfen" der ya, oldu, kapı açıldı. topu topu beş ya da on dakka kaldım içerde, altkatta yaşayanların bağırırsam geleceklerini bildiğimden çok panik yapmadım ama yarım metrelik bir kutuda mcgayvercılık oynamak da epey salakçaydı. uyardığım halde ertesi gün evsahibim kalmış içerde, ben evde olmadığım için zıplaya bağıra çağıra aşağıdaki adamı çağırmış. adam gülmekten altına yapıyormuş nerdeyse.

daha yüz kızartıcı salak anılarımı yüzyüze, canlı anlatmayı tercih ediyorum, merak edenlere, mimik, taklit vs. yapmam gerekiyor çünkü.

Cumartesi, Kasım 11, 2006

Köpek polisleri ve haz ilkesi

Köpeği olanlar bilir, olmayanlar şimdi öğrenecek. Dişi köpekler regl olduktan sonra kızışıyorlar. Bir koku salgılıyorlar ve bu koku da erkek köpekleri deliye çeviriyor. Ben de bilmiyordum yeni öğrendim, tabii bir de köpeklerin periyod sonrasında hamile kalmaya çalışmaları ayrıca ilginç. Bu konu da nerden çıktı diyenler sayfanın biraz aşağısındaki "dişi köpekler de..." diye başlayan yazıya bakabilirler. Dolayısıyla dişi köpek Isis kokusunu salgıladı ve erkek köpek st. bernard Adonis deliye döndü, bir haftadır uyumuyor, yemek yemiyor, sürekli dişi köpeğin etrafında dört dönüyor. Köpekleri ayrı tutmak pek mümkün olmuyor çünkü Adonis gırtlaklanan horoz sesleri çıkarmaya başladığından komşular şikayet edip "köpek polisi"ni çağırırlar ve köpekler de "köpek hapishanesi"ne götürülür diye korkuyoruz. Evet burda köpek polisi diye bir şey var, "dog cop" deniyor günlük dilde, etrafa rahatsızlık veren köpekleri sahiplerine rağmen alıp köpek hapishanesine götürüyorlar ve köpeklerin kredilerine işleniyor bu. Ha bir de burda köpekler dahil herkesin kredisi var, ya da "credibilite"si, mesela araba sigortan için sigorta kredine bakılıyor ona göre primin azalıyor ya da artıyor, kredi kredibilitene göre bankadan kredi alabiliyorsun vs. "Kredibiliteni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim." Bir kere hapse atılınca köpeğin sahibi de köpeğin kefaletini ödeyip cezasına göre sokağa çıktığında ağızlık takmak gibi yaptırımlarla köpeğine geri kavuşuyor. Şimdi köpek polisi bir kenara, köpeklerin kısırlaştırılmamış olmalarına mı yanayım, yoksa bir şey yapamamalarına mı bilemiyorum. Güdüleri ne kadar kuvvetli olsa da evde yaşayan evcil hayvanlar bazen yapmayı bilemeyebiliyorlar, Adonis Isis'i baştan aşağı yalayıp duruyor, Isis de kıçını yere koyup oturuyor. Peki 3 aylık haydut kedi yavrusu Moses'e ne demeli, üzerimden zıplayıp etrafta koşturuyor, sonra sandalyemin arkasından bana saldırıyor. "Oyun istiyor ablası."

Köpeklerin aşk hayatından başlayıp insanlarınki üzerine çıkarımlar yapacağımı sananlar şu an çok yanıldıklarını anlayacaklar. Hayvanlarınkine aşk dememeli, birbirlerine tutkuyla bağlı olsalar da hayvanları güdüleri, insanları da korkuları yönetiyor. Ama daha iki gün önce Freud'un en spekülatif ve psikanalizi katlettiği söylenen kitabı üzerine sunuş yapmış biri olarak bu türden geyiklerin nasıl da olmadık yerlere varabildiğini hayretle görerek yoğurdumu üfleyerek yiyeceğim. Mesela o metinde Freud tek hücreli hayvanlardan yola çıkarak evrende iki temel ilke olduğu fikrine varıyor. Yani asıl amaç insan dürtülerini anlamakken, tek hücreli organizmalardan yola çıkarak evrende bir haz (yaşam) bir de ölüm dürtüsü olduğunu öğreniyoruz. Haz dürtüsü organizmanın yaşamasını sürdürerek çoğalmasını söylerken ölüm dürtüsü organizmanın sabit kalmasını veya korunmasını ve kendi doğasının belirlediği şekilde ölüme doğru hareket etmesini söylüyor. Ölüm dürtüsü organizmanın haz peşinde koşup kendini güzel Türkçemizde dediğimiz gibi helak etmesi yerine korunmasını ve bir önceki evreye dönmesini sağlıyor. Organik yaşamdan bahsettiğimize göre bir önceki evre inorganik evre, yani yaşam öncesi, yani ölüm. Aynen böyle diyor. Yani tüm organik dünya, inorganik olma dürtüsü taşıyor.

Bu dürtülerin insanda nasıl işlediğini çok anlamadım, yani sadistik dürtüler başka cinsel (yani yaşamsal) dürtülerin dönüşmüş halleri mi yoksa ölüm dürtüsünün uzantıları mı? İnsanda haz ilkesi, bünye dış dünyanın verileriyle (uyarılarıyla) karşılaştığı için gerçeklik ilkesiyle dengeleniyor. Yoksa aç kalıp ölebilirdik mesela. Konuyu bağlamam gerekirse, gerçeklik ilkesi bir tür polis işlevi görüyor ve bünyeye fazla rahatsızlık veren dürtüleri bastırıyor. Adonis biraz önce uyumaya başladı. Sanırım bir hafta uyuyacak. Sanırım köpeklerde bir gerçeklik dürtüsü falan yok, bünyesi çöktü hayvancağızın sadece.

Cuma, Kasım 03, 2006

filozofikus domestikus

Sonunda domestikleştim, yani odam daha evcimen hale geldi ve zaten hava dışarda sürtüp bisiklete binmeye elvermeyecek kadar soğuduğundan, odam da konforlulaştığından dolayı içerde kalmaktan gayet mutluyum.

Nerdeyse hergün hava durumunu takip ediyorum, şu an resmi olarak -2, hissedilen -8. Kim hissediyor, nasıl ölçüyorlar bilmiyorum ama asıl önemli olan hissedilen derece, ha bir de rüzgarın hızı. Burda küfür kullanmanın çok doğal sayıldığından bahsetmiş miydim?

Ortamın samimiyetine bakıyor tabii, ama yaş veya mevki önemli kriterler değil daha çok nasıl insanlarla konuştuğunla ilgili. Çok doğal sayılan başka bir şey de derste, otobüste vs yemek yemek. Ne olursa. Dersin ortasında birinin çantasından plastik kabını çıkarıp içindeki şeyi, veya sandviçini veya biraz önce aldığı pizza vs yemesi, elmasını kemirmesi gayet doğal karşılanıyor. Görgü kuralları, yenen şeyin diğerlerinin iştahını açacak kokular yaymamasını ve derste meydana geliyorsa söz konusu eylem çok ses çıkarmamayı içeriyor sadece. Ama derste film izlerken, öğrencilerin mesela patlamış mısır yediğini de gördüm, yani duydum. Endişelerimin arasına başkalarının yanında onlar yemezken bir şey yemeyi de katmış olduğumdan ya aç kalıyorum, ya da etrafımda kimse yokken yiyorum. Bu tamamen gittiğim ilkokulla ilgili. (Bu da günün oto-analizi oldu.) Bir de termos ya da şişede su, kahve veya çay taşımak, bilumum anlarda o sıvıları tüketmek, ve bi de yemeği evde hazırlayıp yanında taşımak çok olağan. Hatta herkesin elinde su şişesi, içtikçe güzelleşiyorlar. Şişe suyun kola fiyatına satıldığını, ama musluk suyunun içilebilir olduğunu da ekleyeyim. Merak edenler var da, bir arkadaşım fiyat soruyor bana sürekli, makinelerden alınca su (ve kola) 2 dolar. Evet, küçük şişe su. Ama işte her yerde fiyatlar değişiyor, bu en pahalı fiyatı. Bir de tüm fiyatlara ödemeyi yaparken kdv ekleniyor. O yüzden what-you-get-is-not-what-you-see.

Bugün arkadaşlarımı düşündüm. İşte, dostlarımı. Tek tek. Kış bunalımım geliyorum diye sanırken çoktan gelmiş bile. Bir de yıldızların ışığının milyonlarca yılda yeryüzüne ulaştığını, hatta gördüğümüz yıldızların bazılarının o anda aslında sönmüş olduğunu düşündüm. Bunu bilerek yıldızlara bakmanın da bir tür zaman kaleydoskopuna bakmaya benzediğini. (Başlığı hakettim şimdi, di mi?)

Bu arada, evdeki kedi etrafa işeyip koku egemenliğini ilan etme çabalarını sürdürürse çok yakında gidici. Bakınız, menekşemin çiçeklerini yerken:



Sandalye tepesinde okumaktan çok bunalıp sonunda dayanamayıp koltuk ve düzgün sandalye aldım geçen hafta. Koltuğum (
love seat deniyor burda, iki kişilik olduğu için, ama sofa diyen de var, ben kısaca koltuk diyorum) eve geldiğinde çocuklar gibi sevindim, taşıma masrafına verdiğim paranın üzerinde fazla durmayacak kadar. Odamdaki kullanılmaz durumda olan şöminenin önüne tam sığdı, içim içime sığmadı. Bilmiyorum, insan böyle bir şeye bu kadar sevinir mi, seviniyor işte. Odamın yeni halinin fotoğrafını çektim hiç zaman kaybetmeden. Fotoğrafların eşyaları ve mekanı olduğundan güzel göstermesine bayılıyorum. Bir de halefime inat (ve de nispet) çalışma masamın fotoğrafını ekliyorum.

sn: başlık "tatlı su filozofu" gibi oldu biraz ama, tatlı suların da filozofa ihtiyacı var. Yoksa yok mu? Başlığa gönderme yapan sonnot yazasım geldi. O bakımdan.

Salı, Ekim 31, 2006

Yaprak Kuramı

Bugün betondaki yaprak izlerini yakından inceledim. 50 santim kadar. Teorim şu: Dökülen yapraklar arada atıştıran yağmurdan veya yağmur yağmamışsa gece ve sabaha karşı inen çiğden ıslanıyorlar ve havadaki nem oranı % 80-90 civarında olduğundan kızarıp dökülmüş yaprakların yere değen tarafları kurumuyor. Sabah geçen yaprak temizleme aracı kaldırımdaki yaprakları süpürüp gövdesine almasına rağmen, bir zaman etrafı şenlendiren çeşitli şekillerdeki ve büyüklükteki yaprakların izleri betonda kalmaya ve benim seyrime tabii olmayı böylelikle sürdürüyor. Burdaki betonun çevreye duyarlı hangi malzemeyle yapıldığını, suyu emmek için özel olarak tasarlanıp tasarlanmadığını incelemedim. Bununla birlikte doğanın sanat eserlerine insan eli değdiğine dair duyumlar aldım.
İşte, bir Halloween de böyle geçti.

sn: peki ama başlıkta "kuram" kelimesini kullanmıştım, neden sonra "teori" demişim? Dilimizin zenginliğini göstermek için. Sabaha öğrencilerinin sınavlarını okuyacak biri için geyik kapasitem gözlerimi yaşartıyor.

Pazar, Ekim 29, 2006

Yaprak Süpürgesi

"Bugün yaprak aspiratörü gördüm." Ve işte cümle içinde kullandım. Arkasına torba takılan bir sopaya benziyor, yaprakları torbaya çekiyor. Saatte 50 km ye varan bir rüzgarda ne kadar akıllıca kullanmak bilmiyorum. İşe yaramışa benziyor ama, o evin çimlerinin yeşili ortaya çıktı. Burda ön taraflarında 20 metre kare, arka taraflarında da hemen hemen aynı büyüklükte bir yeşil alana sahip evlerin her birinde çim biçme makinesi olmasına hala gülüyorum. Bir de buna yaprak süpürgesini ekleyin.

Kendine yeten haneler.

Sonra saymaya başlıyorum (İstanbul'da otoyolda gece giderken ışıkları yanık ev hanelerini toplu halde gördüğümde yaptığım gibi): bu evlerin her birinde bir çamaşır makinesi, bir kurutma makinesi, fırın, mikrodalga, kahve makinesi, süpürge makinesi, buzdolabı, derin dondurucu, bulaşık makinesi, saç kurutma makineleri, televizyon, video, müzik seti var. Sonra pencerelerini örten perdeler, yataklarını örten yatakörtüleri, salonlarında koltuk takımları, üzerinde yemek yedikleri masaları, çanaklarını koymak için büfeleri, kıyafetleri koymak için gömme odaları, fotoğraflarını asmak için çerçeveleri, online alışveriş yapıp
chat yapmak için bilgisayarları, video ve dvd leri koymak için rafları, kitapları dizmek için kütüphaneleri, kirlilerini koymak için çamaşır sepetleri var. Ve bir de çim biçme makineleri.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Dişi köpekler de prolaktin salgılıyor mu?

Dişi köpek İsis regl oldu, etrafa damlatıp duruyor. Oturduğu yerde rastlarsa, bıraktığı izleri yalıyor.

Hangisi daha mide bulandırıcı bilmiyorum, etrafta damlalar olması mı, onları yalaması mı. Yine de bu temizleme güdüsünden dolayı köpeğe sempati duymadan edemedim.

Cuma, Ekim 27, 2006

yaprak izleri

Dün akşam eve doğru yürürken kaldırımdaki yapraklar temizlenmişti, betona yaprak izleri çıkmıştı, patates baskısı yapılmış gibi, damarları bile görünüyordu, irili ufaklı, beş yapraklı, yuvarlak yaprak izleri. Onları izleye izleye yürüdüm.

Cumartesi, Ekim 21, 2006

ecnebi memlekette türkçe sözlü parça dinlemek

Ev özlemi veya sıla hasretinin çeşitli biçimlerde kendisini göstermesini anlayabiliyorum, mesela çeşitli yerleri ve yemekleri özlemek, dostları ve onlarla geçirilen zamanları anmak gibi. Benden önce yurtdışına okumaya giden arkadaşlarımın anlattıklarından insanın oturup ekşili köfte yapmasını hatta hamur açmasını anlayabiliyorum. İnsanın canının çekmesinden çok, ulaşamayacak olduğunu bilmesi sanırım asıl mesele. En başta da Türkçe konuşmayı özler tabii insan, ne kadar teknoloji aynı anda iletişebilmenin yollarını mesela 5 sene önceye göre inanılmaz ölçüde genişletmiş ve ucuzlatmış olsa da.

Bir sendrom olarak yurtdışında okuyanların dönüp gerçekte pek dinlemeyecekleri Türkçe sözlü müziğe hasretle bağlanmalarını garip bulmuşumdur. Dinlemeyecekleri ama Türkiye'de olsa ister istemez duyacakları tarzda müzikten bahsediyorum ki bu türden müzik benim için oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu sendroma feci kapılmış bir kaç kişi tanıyorum, ad vermeyeceğim.

Uzun sözün kısası, bugün öyle kaptırmış kitabımı okurken, 3 sayfa sonra müzik dinleyip ara vermeye karar verdiğimde listemde ne Türkçe parça olduğunu merak ettim ve başladım tek tek dinlemeye. Bu arada bilgisayarımda Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" parçasının da olduğunu şaşkınlıkla farkedip acaba nedir, ve acaba kimden almışım derken, parçayı dinlerken gülmekle ağlamak arasında tuhaf bir ruhdurumuna büründüm. Parçanın sözlerini kişisel algılamamaya ve ağlamamaya karar verip Mor ve Ötesi'nin "Cambaz"ına geçtiğimde içimden kahkaha atmak geldi. Hani insan kahkaha atarken gözlerinden yaşlar süzülmeye başlar ve eğer karşısında biri varsa o kişi ne yapacağını şaşırır, acaba beraber gülse mi, yoksa yatıştırmaya mı çalışsa diye. Öyle garip bir ruh hali. Bunun şarkının sözleriyle hiç ilgisi yok. Bu arada gözlerimden yaşlar süzülmedi, ama bunun bir önemi var mı? Var mı Civanım, söyle? Melodi ve sözler odanın duvarlarında yankılandığında yabancı bir şey doldurdu odayı ve buraya ait olmamasının yarattığı tuhaf bir etki var insanın üstünde. Bütün gün otobüste, sınıfta, yolda, markette, televizyonda duyduğum tek tür sesin dışında, cin gibi şişeden çıkıp birden odamı kapladı. Bu "şimdi orda olsaydım" değil, "şimdi burdayım"ın kafaya dank etmesi. Bir şekilde dinlediğim müziği duyan insanların anlamayacakların bilmek. Sözleri anlatmaya kalksam, ya da müziği, bunu asla tam olarak yapamayacağımı bilmek. Daima başka bir yere ait olmak. Daima aynı zamanda başka bir yerde olmak. Bu hüzün değil, üzüntü değil. Başka bir şey. Sabah kalktığımda senelerdir dinlemediğim bir parçanın sözlerini mırıldanmak gibi. Ve gözümde o parçayı en son dinlediğim anın canlanması, sözleri beraber söylediğim yüzlerin ve gülüşlerin canlanması, ve o ana asla geri dönemeyeceğini bilmek. Mesafe. Fiziksel mesafenin metamorfoza uğraması ve soğuk teninden sızan salyalarının üstüme damlaması. Hmmm. Yazdıkça sapık bir korku/gerilim metnine dönüşmeye başladığından tam burda en heyecanlı yerinde kesiyorum.

(Sadece şarkı sözlerinden oluşmuş bir metin yazmak istiyorum, ama bunu sadece Türkçe sözlü parçalarla yapabileceğimi sanmıyorum.)

"Kafaları çekip muhabbet edelim. Sonra senin için dans da ederim."

Cuma, Ekim 13, 2006

"İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum."

Çok şey biriktirince insan nerden başlayacağını bilemiyor. En yenisinden başlayayım: Dün Kar Yağdı. Bu bir roman ya da film adı değil, dün öğlen saatlerinde tipi halinde kar yağdı saatlerce, çimenlerdeki kar da gece erimedi. Yani hava eksinin altındaydı. Buralılar bile şaşırdı ilk karın bu kadar erken gelmesine. Neyse, haftaya gene 15 dereceleri görüceğiz gündüz, hava da güneşli olursa ne ala.

Bugün az konuşup çok anlatmak istiyorum, o yüzden fotoğraf koyacağım. Pek fotoğraf çekmiyorum, fotoğraf çekmek turist gibi hissettiriyor. Bunun üzerine ilerde daha uzun duracağım. Haftasonu havalar soğumadan önce, nihayet nehir kenarındaki bisiklet yolunu keşfetmeye gittim. Bisiklete binmeye çalıştığım ilk günlerde yolun üzerindeki parklardan birine gitmiştim ama henüz yürüyen insanların veya bisikletlilerin yanından gitmeye korktuğum için parkura girmemiştim. Bu defa acısını çıkardım, şehir merkezine kadar gittim. (Nehir şehrin içinden geçmekle birlikte nehir boyunca giden parkur ağaçlar arasından, parklardan geçtiği için şehrin neresine geldiğini anlamak zor oluyor. Parkurdan normal yola ana caddelere çıkışlar var, hangi caddeye çıkıldığı yazıyor tabelalarda. Merkeze indiğimi ordan anladım.) Cennetlik bir deneyimdi, aşık olmuş kadar mutlu oldum; devasa ağaçlar, ağaçların arasından fosforlu yeşil çimene vuran dalgalı ışık. Işık. Işık. Işık.

Parkurda bisikletle gezen az kişi vardı, yürüyüş yapanlar, köpeklerini gezdirenler, çocuklarını oyun parkına getirenler, bir de nehirde ördekler vardı. Bir ara bisikletimin zinciri çıktı bir yokuşta (küçük de olsa yokuşçuklar var, bisikletle gidince daha heyecanlı oluyor). Ben bisiklete salak salak bakarken yanımdan geçen genç bir çift farkedip yardım ettiler ben sormadan. Mutlu oldum. Parka ayrıca tedbirli gitmiştim:

Akşamüstü parkurun okula yakın kuzey kısmını da keşfettim, ışık daha da yataylaşmıştı ve etrafta bozkır otları ve çiçekleri vardı, kısa bir parkurdu ama iki kere hız denemesi yapmadan edemedim.

Ev Arkadaşlarım
Dışardaki ağaçta yaşayan sincaplardan bahsedecektim: Evin önündeki ağaçtaki kovukta yaşayan siyah sincaplar var. Bu kadar. Arada daha seyrek olan boz sincaplardan biri kovuğa girip çıkıyor, onlar da mı evi paylaşıyorlar bilmiyorum, aralarında kavga çıktığını görmedim. O boz sincapların kuyrukları daha büyük ve etrafında daha açık hale şeklinde tüyler var o yüzden daha güzel görünüyorlar koyu renk sincaplardan.

Yaşadığım evi paylaştığım hayvanlar, bir canavar yavrusu kedi, yaşlı bir St Bernard ve biraz salak ama çok iyi kalpli dişi bir İngiliz çoban köpeği. Kedi tam bir canavar, hiç bir şeyden korkmuyor ve sürekli parmaklarımı kemiriyor, arka dişlerini değiştiriyor sanırım. Şimdi biraz biraz söz dinlemeye başladı. Fotoğraftaki kediyi bulun:

Burda Adonis (St. Bernard) biraz hastaydı o yüzden epey keyifsiz. Kedinin cesaretinin durumdan faydalanmakla ilgisi yok, köpekler yemeklerini yerken kaplarının üzerine çıkıp o da musallat oluyor. Bir defasında Isis'in (dişi köpek) koltukta kemirdiği kurutulmuş kemiği ağzından almaya çalışmıştı. Isis çok sevgi dolu, çok anacan, korumacı, iyi niyetli ve biraz salak bir kuzu köpek.

Köpeklerin ve evin sahibi Tara dün eğer ilerde köpek alacak olursa asla büyük köpek almayacağını, evi asla temiz tutamadığını söyledi. Yüreğime su serpti. Köpeklerin kokusunu ve etraftaki tüy yumaklarını ve arka bahçedeki yığınları bir tek ben farkediyorum sanıyordum. Köpek dediğin kedi gibi kendini yıkayabilen, ev temizlenince mutlu olan bir hayvan değil. Öyle uzaktan sevimliler ama bu koca St. Bernard'ı zorla küvete sokup yıkayamazsın. Tara bir defasında denemiş erkek arkadaşıyla birlikte, ancak ön tarafını kuvete sokabilmiş, yine de o halde yıkamış ve köpekle birlikte bütün banyo duvarlara kadar yıkanmış. Haliyle.

Yazının ana başlığı şimdi aklıma geldi, o kadar hayvanlardan bahsedince bu söz aklıma geldi, ben de ekledim, kimin söylediğini hatırlamıyorum. Montaigne'in de buna benzer bir lafı vardı galiba. Bu arada eğer fotoğraftaki kediyi bulamadıysanız biraz daha ipucu vereyim:

Salı, Ekim 03, 2006

Boost Energy, Beat Stress and Burn Major Calories

Her yaştan insanın şortlarını ve ter tutmaz t-şörtlerini giyip sokaklarda neden koştuklarını artık anlıyorum. Sağlıklı yaşamak için. Elbette. Başka bir şekilde söylemek gerekirse bunalıma girip alkolik ya da bağımlı olmamak için. Yüzme gibi ağır sayılan sporlardan birini yapmış olmama rağmen kaldırımda kulaklarında müzikleriyle koşan insanları görünce çok alaycı bir şekilde, 1984 filminden sahneler eşliğinde gözümün önüne bir çember içinde koşan fareler geliyor. Filmde koşma sahnesi yoktu, zorla sabah jimnastiği yaptırma dışında sporla ilgili bir şey de yoktu. Dışarda koşan insanlar görüntüsünü kafamdaki film sahnelerine ekliyorum sadece.

Spor yapmanın strese ve depresyona iyi geldiği uzun süreden beri biliniyor. Fizyolojik açıklaması uzun ve ayrıca ayrıntılarını unuttum. İşte, kaslarda oksijen kullanımı artıyor ve yetmemeye başladığı zaman laktik asit salgılanıyor, laktik asit ağrı verdiği için beyin bunun üzerine başka bir şey salgılıyor. Kısacası spor sonrası insanın tüm bu kendini-iyi-hissetme hali, bedenin sarfedilen olağanüstü efor karşısında kendisini savunma mekanizmasının sonucu. Bunun sonucunda da eğer spor yaparken dalak yarılmamışsa kişi kendini zinde ve enerjik hissediyor, beynini boşaltmış olduğundan da konsantrasyonu artıyor. Tıpkı başlıkta da dediği gibi. Başlık kadınlara özel bir fitness dergisinin kapağından. Evde muhtelif yerlerde, mesela tuvalette, o dergilerden bolca bulunuyor. Ev sahibim Tara zamanında fitness yarışmalarına katılıyormuş, Kanada 27.si olmuş. Dergilerin adları da çok hoş: "Action Woman, Canada", "Muscle & Fitness: Hers", "Hers" vs.

Tüm bunlar olumlu şeyler de, neden koşanların görüntüsünü 1984 filmiyle bağdaştırdığımı biraz daha düşününce bulacağımı umuyorum. Dışarda koşmayı biraz daha anlayabiliyorum , temiz hava, değişen manzara, ama bir kapalı odada aynaya karşı alet üzerinde koşmak, işte bu tam 1984.

Özetle burda insanlar sıkıntıdan ne yapacaklarını bilemiyorlar, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak gibi eğlencelerin tümü pahalı, televizyon karşısında oturup 150 kilo olmanın iyi bir şey olmadıklarına inandıklarından "Hadi kocacığım, koşalım, haftada 3 kere, sonra hergün. Ama önce gidip spor mağazasından bir takım yazlık bir takım kışlık koşu takımı alalım."

Ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse, İstanbul gibi şehrin insanı inanılmaz yorduğu bir şehirden buraya gelince insan ister istemez alaycı bir mizaç ediniyor. Beni iyi tanıyanlar şimdi buna gülüp, "Sen zaten her zaman öyleydin." diyorlardır. Haklılar. Ama alaycı olmam, söylediklerimi kastetmediğim anlamına gelmiyor.

Gelecek yazıda evimin önündeki ağaçta yaşayan sıçanlardan, pardon, sincaplardan, şu anda klavyemin üzerinde yatmakta olan canavar yavrusu kediden, geçen yazıda bahsetmediğim endişelerimi yenmek üzere geliştirdiğim taktiklerden ya da edindiğim takıntılardan, ağaçların alt dallarından başlayarak kızarmasından ve nehrin kenarındaki bisiklet yolundan daha henüz gidememiş olmamdan bahsetmek istiyorum. (Bir vaad aynı zamanda nasıl vaadettiği şey olur, örnek 2; sevgili okuru heyecanda bırakmanın yolları 15).


Sonnot: "Ama neden 1984?" Sanırım bir atlet olarak spor yapmakla, emeğin yeniden üretilmesine hizmet eden bir eylem olarak spor arasındaki farklar yüzünden.

Pazar, Eylül 24, 2006

London endişeleri

Buraya gelen yabancı öğrencilerin her birinin farklı bir London algısı ve farklı bir yerleşme/yerleşememe patolojisi var. İlk haftalardaki sakinliğim ve herşeyi gözlemleme arzum, okulda aldığım derslerin yoğunluğu ve öğrencilerden beklentileri karşısında paniğe dönüştü. Birkaç gün nefes alamadım, oturup sokağı izlemekle geçirdim günlerimi. Bir yandan kendime "ne oluyor sana, gece onda okuldan çıkıp eve gidip ertesi günlerin okumalarını yapardın sen" diyordum. Hem bütün gün okulda olup gece derslerine kalıyordum, ve hatta bir dönem altı gün gidiyordum okula. Acıklıydı. Bitti. Yaptım.

Bu panik ve aşırı endişe nöbetlerinin ardından çeşitli taktikler geliştirmeye başladım. Sanırım çalışmak dediğimiz şey sürekli olarak taktikler geliştirip insanın kendini rahatlaması demek oluyor. Bu hafta "Anxiety" dersinde bu kavramı gündelik anlamıyla "nesnesi olmayan aşırı-heyecanlanma durumu" diye tanımlamıştım. Düşündükçe pek de doğru bir tanım olmadığını farkediyorum; nesnesi gayet var işte.

Taktiklerimden yararlanacak olanlara bir tavsiye: bir işe girişme paniğini yenmenin en etkili yolu, o işe hemen girişmektir. Küçük küçük, adım adım. Çok iş (okuma) karşısında yaşanan paniği yenmenin yolu ise, ruhhali ve konsantrasyon durumuna göre bir onu, sonra bir diğerini yapmak, mümkünse "neler yapacağım" listesi çıkarmakla zaman kaybetmemektir. Çeşitli telkinler de kullanıyorum her zamanki gibi. Mesela: "3 ay sonra dönem bitiyor." "Aralık'ın ortasında İstanbul'da olacağım." "Buraya okumaya geldim, etrafı izlemeye değil."

Olduğum yerde rahat olmanın büyük bir kısmı elbette fiziksel koşullarla ilgili. "Kendini evinde hissetme"ye en yakın şeyin, olduğum yeri kendime ait hissetmek olduğunu daha önce yazmıştım. Bunun için bir çöp kovasının ya da masa lambasının nasıl da gerekli şeylere dönüştüğünü örneklemiştim. Şimdi de oturup okuyabilmek için bir koltuğa ihtiyacım olduğunu farkettim çünkü sandalye tepesinde masada okumaya çalışmak, hele de bilgisayar önümde açıkken pek kolay olmuyor. Odam tekli bir koltuk ya da 2'li bir koltuk alacak kadar büyük. Kendimi koltukta ayaklarımı altıma almış lamba ışında okurken gözümde canlandırıyorum, bu da işte taktiklerimden biri. Çekici görünüyor ama henüz koltuk almanın, daha doğrusu ucuz yoldan eve getirtmenin yolunu bulamadım.

Diğer yandan sakinliğime bakıp gayet iyi durumda olduğumu söyleyenler olunca, koşulları algılamanın çok kişisel bir şey olduğunu ve bu algının şehirle ya da ortamla çok da birebir ilişkili olmadığını düşünüyorum. Freud'a saygılarımla. Bunu bana söyleyen kişi ilk geldiğinde tuttuğu evde eşya olmadığı için yerde yatmış ve ekmek arası muz yiyerek geçirmiş birkaç günü. Şimdi on yıldır burda yaşıyormuş gibi evi; tablolar, resimler, süs nesneleri. Kadın olduğunu eklememe gerek var mı? Kadınların mekanı çok az şeyle dönüştürebilme ve kendilerinin kılma becerilerine her zaman hayran kalmışımdır. Anneme sevgilerimle.

Buraya daha önce gelmiş olan yabancı öğrencilerden bir kısmı şehirden nefret ediyor, bir kısmı çok sıkıcı buluyor ve hepsi bir an önce evlerine dönmek için gün sayıyor. Bu insanların 20'lerinde olmadığını eklemem lazım. Diğer yandan "ev" algısı da değişiyor işte. Eve gittiklerinde orada da rahat etmediklerini de biliyorum oysa. Çünkü bıraktığından beri ev değişmiş oluyor, seni dışlıyor, ya da daha kötüsü, hiç değişmemiş oluyor. Tüm "ev" ve "eve-varış" düşünürlerine saygı duruşuyla bitirmek isterim bugün.

Cumartesi, Eylül 16, 2006

Burada serçeler bile tombul

Şişmanlık ya da burda obezitenin ne kadar yaygın olduğu üzerine yazmayacağım. Günlüğe koymak için ne sıkıcı bir konu, beslenme ve yaşama alışkanlıklarının karşılaştırılması, genetik varsayımlarda bulunma, vesaire vesaire. Sadece serçeler gözüme tombul göründüler, ben de bir gözlemimi paylaşıyorum. Üstelik günlük diye adlandırmakla birlikte bundan kastım günü gününe yazmak değil, gündelik şeyleri yazmak. Daha önceki kronolojik anlatımın bir yerden sonra çok sıkıcı olduğunu farkettim, diğer türlüsü ise bölük pörçük olacak. Belki de en iyisi ara başlıklar kullanmak.

Gündelik gözlemlerimden biri mesela ilk geldiğimde şehiriçi otobüs şoförlerinin şort giydikleriydi. Çoğu da gayet fiyakalı güneş gözlükleri takıyor, hala. Sonra Eylül ayının ilk pazartesi günü otobüs tarifeleri değişti, kış sezonuna girildi, daha doğrusu ana haberlere bile konu olan "Back to School" dönemine girildi ve şoförler pantalon giymeye başladılar. Böyle bir kıyafet düzeni var otobüslerde.

Gündelik olmanın yanısıra hergün gözlemlediğim bir şey de pek çok kişinin yolda, otobüste, koşarken, bisiklete binerken ipod ya da mp3 çalar dinliyor olduğu. Nasılsa sokakta birisiyle karşılaşma ya da kaldırımda giderken tetikte olma gereksinimi yok. Günün her saati kulaklıklarını takmış yalnız ya da köpekleriyle koşan, yalnız ya da köpekleriyle bisiklete binen, yalnız ya da köpekleriyle hızlı-yürüyüş (jogging de denir) yapan her yaştan insan görüyorum. Bu arada ben de bisiklete binme çaylaklığımı ara sokaklarda, iki tarafı çimen kaldırım bandında bisikletle dolaşarak aşmaya çalışıyorum, daha arabaların yanından gidecek kadar rahat olmadığım için dün okula bisikletle gitmekten vazgeçtim. Sonra akşam dönerken yanımdan seksen yaşında bir kadın geçti bisikletle ve kask da takmamıştı. Sinirlerim bozuldu biraz sanırım, haliyle. Neyse ki uzun sürmedi.

Bu hafta dersler başladı ve çok yorucu geçti, salı günü asistanlık yaptığım filme giriş dersinin film izleme seansının gece onda bittiğini o gün öğrendim, sabah dokuz buçuktaki bir dersin deneme sürüşünü yaptığım gün. Ertesi gün eve dönüşte sağanağa yakalandım. Otobüsten inip köşedeki markete sığındım ama yavaşlayacağa benzemiyordu. Bir süre bekleyip, bir süre de markette dolandıktan sonra şemsiyeme güvendim. Aynı köşedeki ışıklardan karşıya geçemeden pantalonum ıslanmıştı ve iki blok yürüyüp eve vardığımda duştan çıkmış gibiydim, evet şemsiyeyle. Ayakkabılarımın su geçirmez olduğu iddia ediliyor ama bu özelliği yol kenarından akan selden geçerek test ettiklerini sanmıyorum. Neyse ki eve gidiyorum dedim ama sırt çantamı açtığımda içinden avuçla sular çıkınca "welcome automn, welcome to London" diye şarkı söylemeye başladım. Çantamdaki cüzdan dahil herşey ıslanmıştı. Fermuarını tam kapamadığımdan şüpheleniyorum hala, ama hepsini tam kapamamış olamam. Dahası yarım saat sonra bölümdeki iki yoldaşla buluşmam gerekiyordu. Zaruretleri çantamdan çıkarıp kurtarmaya, şey, kurutmaya bıraktığımda buluşmayı iptal etmek için çok geçti, yağmur da hafiflemişti zaten.

Kültür şoku (bkz. ara başlık)
Yoldaşlardan biri arkadaşının dediğini alıntıladı "Kültür şoku yaşamadım diyen yalan söylüyordur." Ne menem bişey olduğunu, neden acaba yaşamadığımı düşünürken bu hafta önce yorgunluktan olduğunu düşündüğüm ama sonra sadece onla kalmadığını farkettiğim "dili duyma eşiği" diyeceğim şeyi iyice farkettim. Başka bir dildeki konuşmaları anlamak için daha sesli duyma gereksinimi diye açayım. Mesela etrafımdaki ingilizce fısıltıları, yani fiskosları anlamamak dışında, dinlemediğimi de farkettim. Televizyonu normalden daha sesli dinleme ihtiyacı duyuyorum. Sonra kalabalık bir yerde etrafımdaki konuşmalar birbirine karışınca Çince gibi gelmeye başlıyorlar, herhangi birini seçmiyor algım. Algıda seçicisizlik. Hepsi aynı düzlemde ve aynı uzaklıkta. Tam da bu nedenle bu hafta dersime girdiğimde öğrencilerin beni anlamayacaklarını düşünmüşüm, sonra anladıklarını görünce de epey şaşırmıştım.

Ana başlığa atıfta bulunan ara başlık
Etrafımda gördüğüm insanların çoğu benzer toplumsal sınıftan ve 20lerinde olduklarından Kanada'da obeziteye dair fikir yürütmem saçma olur. Ama görmeye alışık olmadığım bir beden biçimi var: Obez olsun olmasın, genç yaşlı, ama özellikle gençlerde daha belirgin olan, beline cansimidi takmış görünümü çok yaygın. Yani armut biçimi falan değil, kum saatinin tam tersi. Üst beden ve kalçadan aşağısı ince, yani normal boyutlarda, belde ise şişirilmiş izlenimi veren bir katman, kütle. Kastettiğim göbek falan değil, gayet bel simidi. Hani torsodan kilo alanlar vardır, o da değil. İlk gördüğümde bakakalmıştım, kendimi çok zorladım bakmamaya. Sonra gençlerde de daha küçük ölçekli de olsa benzer bir durumun olduğunu görüp, nedenlerini araştırmayı daha sonraki bir zamana erteledim.

Günlük yazarken ve gündelik gözlemlerimi aktarırken buradakilere "yerli" muamelesi yaptığımı farkettim ama sonra bunun ironisinin eğlenceli olduğuna karar verdim. Farklı kültürlerde patates kızartmasının nasıl yenildiğine dair daha fazla bilgi için bkz: Pulp Fiction.
ps: Burada her şeye ketçap konuluyor.

Çarşamba, Eylül 06, 2006

London bi ri ki: Alışveriş

Alışveriş yapmanın yapılacak en eğlenceli şey olduğu bir şehir düşünün. Burada gidilebilecek en büyük ve düzenli iç mekanlar büyük marketler, ve büyük derken kesinlikle "büyük" kastediyorum; herşeyin küçüğü güzeldir dedirten bir büyüklük. Şu yeryüzünde neler de yapıyorlar seyirliği. Diğer taraftan da isteyince aynı anda nelere ulaşılabileceğini görmenin tatmini. Bir tür ön sevişme.

Son bir hafta içinde altıdan fazla kocaman markete girdim, son iki gün içinde üç. Her seferinde koridorlar arasında gezmek ve sadece neler olduğuna bakmak bile çok uzun sürüyor ve dolayısıyla bugün epey bir yoruldum. Raflardaki şeylere aval aval bakıyorum, aynı şeyden on marka oluyor, on markada da üç dört farklı türü. Dolayısıyla tam birini almışken yanındakileri farkediyorum, onların fiyatlarına bakıyorum, sonra bir yandakileri farkediyorum, ve kapitalist düzende her müşteri akıllı olmalı ve iyi hesap yapmalı düsturunu kanıtlarcasına her bir marka farklı gramajda, veya katkı madde oranları farklı. Saatlerimi market raflarına bakarak geçirmek istemememe rağmen, nelerin olduğunu en azından görmek gerektiğini düşündüm.

Zaman konusunda haftasonu şanslıydım. İstanbul'dan arkadaşların burda matematikte post-doc yapan arkadaşıyla bizim carrefour ayarında ama daha ucuzca olan bir markete gittik. Kıyafetten banyo aksesuarlarına kadar evde kullanılan herşeyin olduğu bir yer. Aslında yine matematikten ve yine Türk olan arkadaşını götürüyordu, beni de yolda aldılar. Neyse ki hazırlıklıydım, fırsatım olursa almak istediğim şeylerin bir listesini yapmıştım. (Liste canavarı oldum son bir senede.) Listeyi arka cebime koyup dolaşmaya başladık. Post-doc matematik benle dolaşmıyor olsaydı listemdekileri bulup seçmem kaç saat alırdı kestiremiyorum. Odama biri ayaklı biri masaya iki lamba, kahve makinesi, iki yastık, askılık, çöp kovası gibi şeyler yanında çok az da besin aldım. Diğer post-doc buluşma yerine sözleştiğimiz saatten 40 dakika sonra geldi, çok özür dileyerek.

Dün gece evsahibim Tara yiyecek birşeyler almak için alışverişe gideceğini söyledi ve beni yine çok ucuz ve büyük başka bir yere götürdü. Geçen sefer pek de yiyecek birşey almadığımdan ve kışın da yaklaştığını, mesela insanın arada çorba neyin canının çekeceğini düşünerek, ama sürekli fiyatlara bakarak, kimi zaman "bu nedir" ya da "bu hazır mı pişiriyor musun" gibi sorular sorarak dolaştık. Tara defalarca, dolaşmaktan keyif aldığını söyleyerek beni rahatlattı. Eve geldiğimizde aradan saatler geçmişti.

Lambalar, bol ışık, kendime ait çöp kovası (insan odasında çöp kovasına ihtiyaç duyacağını hiç aklına getirmiyor ne tuhaf, oysa elinde bir çöp olduğunda her seferinde mutfağa çöpe gitmek ne eziyet!) ve işte kendimi evimde hissettirecek ... evinde ne demekse, mekanı kendimin hissettirecek ve orda rahat etmemi sağlayacak şeyler. Nesnelere bağımlılığımız böyle durumlarda daha belirginleşiyor, mesela tatile çıkarken, mesela taşınırken, mesela birşeyleri artık atmaya karar verdiğimizde. Ve elbette bir de terlik! Tüm amaçlarıma aynı anda hitap eden, hem kışa hazırlık, hem kendimi rahat hissetme, işte ne saydıysam: içi muflonlu, aslında sokakta giymek için tasarlanmış çok rahat süet bir ayakkabı. O kadar rahat ki sokakta da giymek istiyorum ama burda ne zaman yağmur yağacağı belli olmuyor.

Mesela bugün sabah bulut yoktu, okula vardığımda sağanak oldu belki yirmi dakika kadar, sonra güneş açtı ve yağmur sonrası yaptığı gibi çok sıcak oldu. Öğleden sonra hava kararıp kocaman dolu taneleri yağdı, sonrasında da bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Biz o sırada Tara'yla birazdan anlatacağım marketteydik ve arabada köpek olduğu için camları aralık bırakmıştık. Yağmurda arabaya gidemedik, işimizi bitirip belki bir saat sonra arabaya döndüğümüzde koltuklar ıslanmıştı ve hala dolu taneleri erimemişti. Altımıza naylon torba yayıp oturduk. Bu arada, hava durumuna geçmişken, Eylül ortasından yaklaşık Ekim sonuna kadar burda kasırga mevsimiymiş. Yağmur sağanakları ise olağan bir şey, söz etmeye değmez. Şehir bu kadar yeşil nasıl oluyor sanıyorsunuz.

Bugün Tara'nın beni götürdükleri yerler "artık aşmışsınız" dedirten cinstendi. Hani İstanbul'un çeşitli yerlerinde açılan HerŞeyBirMilyon dükkanları var ya, burada onun adı Dolarama, ve herşey bir dolar, daha pahalı asla bir şey yok, sadece daha ucuz şeylerin fiyat etiketlerini koyuyorlar. Ve bu söylediğim yer orta boy Migros büyüklüğünde ve insanın aklına gelmeyecek, bunu acaba nerden bulurum diyeceği türden şeylerle dolu. Yiyecek çok az şey vardı ama ülker susamlı çubuk ve rulokat vardı, dayanamayıp rulokat aldım.

Ordan çıktığımızda arabada kenarından yırttığımız naylon torbaların üzerinde oturuyorduk, ve aslında tam da güne yakışır bir halimiz vardı. Arka koltukta oturan Isis'in halinden, bizi saatlerce beklemekten en ufak bir şikayeti yok gibi görünüyordu. Yeter ki bizimle olsun, arabada olsun, dolaşsın. (Isis dişi olan Sheepdog'un adı; St. Bernard'ın adı Adonis, kedinin ise Moses). Yakın olduğu için Tara dayanamayıp beni başka bir yere götürdü; alışveriş çılgını olduğunu zaten çoktan itiraf etmişti ve benim de pek aşağı kalır yanım olmadığı gördüğünden keyfi yerindeydi. Burası da ana mağazaların satamadığı şeyleri satan gene büyük bir yerdi, bir kısmında yatak odası takımı, koltuk takımı gibi şeylerin olduğu mobilya bölümü, gerisinde ise best-seller kitaplardan sabuna, örtüden muma, ve yine çok az yiyeceğin olduğu bir yerdi. Tara yeni yatakodası takımını buradan almış, aynısından iki tane daha vardı. Buraya bakan ve Tara'yı buradan tanıyan adam tıknak, göbekli ve sakallı bir adamdı (isimleri hemen unutuyorum her zamanki gibi, belki daha çabuk). Adamla konuştukça adama "Amca" diyesim geldi, insan birinin yanında bu kadar mı rahat ve aileden hisseder, üstelik ilk saniyeden itibaren, üstelik ben! Amcama İstanbulu dolaşmak için en az bir hafta, en iyisi on gün gerektiğini söyledikten sonra yanından ayrıldığımızda kesin akdenizli veya balkanlı olduğuna hükmettim.

İçerisi daha çok raflı bir bit pazarını andırıyordu, insanda herşeyi karıştırma ve elleme gereksinimi uyandıran türden. Burda 100'lük deste halinde kaliteli kağıt ile post-it bulduğuma sevindim, ayrıca yine mekanı kendileştirmek için mum almam ise tamamen alışveriş çılgınlığına kendimi kaptırıp, nasıl da bazı şeylere gereksinimim olduğuna kendimi inandırıp hatta ikna edip, hemen ardından, artık eve dönsek çok iyi olur, yorulduk da üstelik ve acıktım da, bir de saç kurutucu bulsaydım iyi olurdu, şu krakerlerden ister misin ...

Zor ve yorucu bir gündü. Alışveriş günün sadece yorucu olan kısmıydı.

Pazartesi, Eylül 04, 2006

Yaşamsal Durumlar: 2. gün

Şimdi kaldığım evin nasıl bir yer olduğunu, neye ne kadar para ödediğimi, mesela burda klasik bir kahvenin ne kadar olduğuna dair arkadaşlardan gelen sorulardan dolayı gözlemlerimi daha sonraya bırakarak yaşamsal konulara geçiyorum. Ha, bir de, günlüğü günü gününe tutmamanın cezaları.

İlk gün ev aramadan önce okula gidip bölüm sekreterine kendimi tanıtmanın iyi bir fikir olduğuna vardım. Bir de kayıt olmak için götürmem belgeler de vardı. Bölüm sekreteri tahminimden genç biriydi ve tanrım burada bütün gün oturmak için fazla genç ve güzeldi. Okulda yapmam gereken tek iş fakülteye uğrayıp diplomamı vermem gibi görünüyordu. Günün geri kalanında not aldığım ev ilanlarının sahiplerini arayabilmek için bir telefon hattı edinmek ve daha da önemlisi, telefonumun şarjı bittiğinden, şarj ya da burda kullanılan prize dönüştürücü almam gerekiyordu. Genç ve güzelce (kısaca gg) sekreterimiz bana okula çok yakın bir alışveriş merkezi tarif etti, otobüs hatlarının gösterildiği şehir haritasını almış olduğumu sorup olumlu yanıt aldı benden ve kampüsün haritasını, yanımda olmadığı için printerdan bastı. Evet, okul o kadar büyük bir alana yayılmış ki, ve bir sürü bina var, yürürüm karşıma çıkar diye bir şey söz konusu değil. Linkte göreceksiniz, kampüsün Richmond caddesi üzerindeki kapısından ortalarındaki binaya yürümem 15 dakikadan fazla aldı.

Fakülteye gidip diplomamı ve pasaportumu gösterdim, o kadar. Ne fotokopi verdim ne de diplomamı bıraktım. Göçmen bürosunda da herhangi bir fotokopi almamışlardı, benden çok çalışanlarına güveniyorlar diye düşünmeye başladım. Kadın belgelerime baktı, ekrandakiyle kontrol etti, artık kayıtlısınız dedi ve beni kayıt işlerine yolladı. Kayıt işlerinde yeni dönem nedeniyle gelenlere yardımcı olan iki çalışan öğrenci vardı, işlerini çok ciddiye alıyorlardı. Adım kimliğe yanlış basıldığı için iki kere kuyruğa girmem gerekti ve yeni olduğumu söylememe rağmen hangi formları doldurmam gerektiğini söylemediler. Kuyrukta beklerken tesadüfen öğrenip ikinci sefer zaten kuyruğa girmişken onu da hallettim.

Kampüs içinden otobüsle alışveriş merkezinin olduğu yere gidip herkesin indiği yerde indim, etrafta bir sürü bağımsız bina şeklinde dükkanlar vardı, ama alışveriş merkezine benzer bir yer görünmüyordu. "Mall" dedikleri şeyin burda bir arada bir sürü mağaza mı olduğu, yoksa bir sürü mağazanın olduğu bir bina mı olduğunu merak ederek yürümeye başladım. Bir 15 dakika sonra vazgeçecekken kapısını gördüm. Sanırım her ikisi birdendi. İlk iş bir telefon hattı almaktı, telefon şirketlerinin dükkanların etrafında köpekbalığı gibi turlar attıktan sonra birindeki genç çocuk yardımcı olabileceğini söyleyince, bana farklı telefon planlarını anlatmaya başladı. Epeyce uzun soru-yanıttan sonra broşürleri alıp düşüneceğimi söyledim. Sonra reklamlarını ve görsellerini beğenmediğim daha yaygın olan şirketin dükkanına girdim, içerisi kalabalıktı. Planlarını anlatan adam nereyi aracağımı sorunca söyledim, o da Makedonmuş. Burda insanlar ülke isimlerini duyduklarında belli bir tavır ya da yüz takınmıyorlar, en azından şimdiye kadar olumsuz bir yüz ifadesi görmedim. Ordan çıkıp ilk uğradığım dükkana gidip bir cep telefonu hattı aldım. Burdaki sıcakkanlı ve konuşkan çocuğa
nerde dönüştürücü bulabileceğimi sordum, söyledi. Kendi de geldiğinde bir sürü dönüştürücü almak zorunda kalmış, o da Ürdün'den gelmiş.

Telefon ve elektrik işlerini halledip, kahvenin yanında krosan yedikten sonra otobüsle pansiyona döndüm. Gece yemek için şehir merkezine ya da burada dendiği şekliyle "downtown"a yürüdüm ve burada öğrenci olan birinin tavsiye ettiği italyan restoranını buldum. Bulmam zor olmadı çünkü aynı cadde üzerindeydi ve odadan çıkarken yemek yiyebileceğim yerlere internetten bakıp adreslerini almıştım. Makarnaya o kadar malzeme katmışlardı ki, çok ağır olmuştu, bitiremedim. 4-5 kere bir bahaneyle masaya uğrayan garson "paket yapmamı ister misiniz?" diye sordu. Kendimi zorlayıp yemiştim zaten ve bu kadar ağır bir yemeği bir de eve götürmek düşüncesi tuhaf geldi. Odama döndüğümde ev ilanlarına bakacaktım ama yorgunluktan bayıldım.


Ertesi gün yine okula gidip yapabileceğim bir şey var mı diye baktım. İstanbuldan yakın arkadaşımın yakın bir arkadaşı ile tanıştım, Matematikte post-doc yapıyordu, birlikte öğlen yemeği yedik. Ev bakabileceğim bölgeleri söyledi. Sonra aynı bölümden gayet konuşkan Hintli bir arkadaşı da bize katıldı, konuşma ilerledikçe buluştuğum arkadaşın-arkadaşı-benim-de-arkadaşımdır rahatladı ve ev bulamazsam onda kalabileceğimi söyledi. Bu büyük bir rahatlamaydı benim için çünkü pansiyon sahibi günde iki kere ne kadar kalacağımı soruyordu, "o gün de kalacak mıydım". Kadına perşembeye kadar burdayım dedim, haftasonuna başkaları gelecekmiş.

Okuldan pansiyona dönüp yeni telefonumla ilanları aramaya başladım. En azından elimdekilerden başlayabilirdim, sonra internette yeni ilanlara bakabilir, ev ilanları gazetelerini tarayabilirim diye düşündüm. Telefonla ulaştığım insanlardan biriyle randevulaştık, daha sonra diğeri de bana 7'de birinin geleceğini ondan önce gelmemi söyledi. Bu sonuncusuyla İstanbul'dan yazışmıştım ve iki büyük köpeği olduğu için heyecanlanmıştım. Her iki yeri de haritada kontrol edip nerden gideceğime ve yürümenin ne kadar süreceğine baktım.

İlk ev, çalışan 20'lerinde genç bir kadınındı. Kendisi bodrumda yaşıyordu, üstteki 4 odayı da tek tek kiraya veriyordu, odalar giriş katında olmalarına rağmen karanlıktı ve döşemeler eskiydi. Oda tutacak ilk kişi olacaktım ve diğerlerinin kim olacağını haliyle belli değildi. Evde herhangi bir mobilya yoktu. Kadına başkalarıyla kalacaksam yaşı büyük yükseklisans öğrencileyle kalmayı tercih ettiğimi söyleyip teşekkür ettim.

Diğer eve varmam on dakika almadı, evde tamirat, odada boya badana vardı. Evsahibi Tara sıcakkanlı ve konuşkan biriydi, maillerinden tahmin ettiğim gibi rahat biri. İlk görmek istediğim ev burasıydı ve oda henüz boyandığı halde büyük ve ferah görünüyordu. Tara ile sohbet etmeye başladık ve odayı isteyen diğer kişinin belgelerle 7'de geleceğini söyledi. Yani o gelene kadar karar vermem için bir saatim vardı oysa burası fiziksel olarak gördüğüm ikinci evdi. Birkaç yer daha bakmak istiyordum, en azından listemdekileri. Başka yerler görünce daha iyi karar verebileceğime dair bir his daima vardır, olasılıkların tümünü bilmek ister insan. Diğer yandan da 20 küsür eve baksam da dönüp dolaşıp burda karar kılacak olmanın da salakça olduğunu aklımdan geçiriyordum. Tara ve şu anda odayı boyamakta olan daha genç ev arkadaşı Tyra sakin ve rahat insanlara benziyorlardı ve onlarla sohbet doğal bir şekilde akıyordu. Ve elbette köpekler. Kocaman aklıbaşında erkek bir St. Bernard ve dişi bir English Sheepdog. Tara beni sevdiğini söyleyip kirayı benim için biraz düşürmesine rağmen başka yerlere de bakmam gerektiğini ekledi, bu arada arka taraftaki sundurmayı inşa eden eski erkek arkadaşı emlakçılık da yapıyordu ve elindeki yerleri görmem için beni birkaçına götürdüler. Öğrenci evi dedikleri şey her yerde çok farklı değil anlaşılan. Uyanık evsahipleri de öyle. Çok odalı olsun diye öğrencilere kiralayacakları evleri bir sürü tabut gibi odaya bölüyorlar.

Biz sohbet ederken odanın diğer taliplisi olan çocuk geldi ve evde dolaştı biraz. Tara kağıtlarında bir eksiklik olduğunu söyleyerek ertesi gün gelmesi için yolladı çocuğu, oysa derdi odayı benim tutmamdı. Seçeneklerimi görmüş olmasam da gördüğüm ilanlardan ve buraya daha önce gelmiş olanların anlattıklarından çıkardığım, ya bilmediğim insanlarla bir öğrenci evinde oda tutucağım, ya tek başıma yaşayacağım bir stüdyo tutucağım, ya da on gün bekleyip beraber taşınabileceğim insanlarla taşınmayı bekleyeceğim. Kendi başıma yaşayabilmek için de bir ev kurmam gerekiyordu ve o para bende kesinlikle yoktu. Bir aile yanında oturmak da tanımadığım parti delisi öğrencilerle yaşamak kadar kötü görünüyordu; bir başkasının düzenine eklemlenmek istemediğim için. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, tüm konforuna rağmen kaldığım pansiyondaki durgun temizlik kokusu yerine bu köpek kokusunu tercih ettiğimi farkettim. En önemlisi iki kadın da güleryüzlüydü, bilmeyenlere bir şey ifade etmeyebilir ama Nova Scotia'lıların çok sıcak insanlar olduğunu duydum sonradan. Yaklaşık 3 saat sonra hala evdeydim ve kendimi çok rahat hissediyordum. "Tamam tutuyorum" dedim, çılgıncaydı, çok heyecanlıydı, son ayın maaşını (bizim orda buna depozito da denir) ödeyip kontratı imzaladım. Ve pansiyonuma oda bulmuş biri olarak döndüm.

Bed & Breakfast: London'daki ilk odam

London'da kaldığım ilk yer, evsahibesi kadının kendi evinde üst kattaki odaları çoğunlukla günlük nadiren de aylık kiraladığı, çok temiz ve düzenli bir evdi. Kadın yıllarca Toronto'da yaşayıp çalıştıktan sonra emekli olunca London'a gelmiş. Sonradan duyduğuma göre London emeklilerin daha düzenli, güvenli ve sessiz olduğu için tercih ettikleri bir şehirmiş. İki koca bavul ve iki el çantası ile içeri girdikten sonra kadın dehşetle "bavulları yukarı taşımamı istiyor musun" diye sordu. O kadar yoldan sonra elbette bavulları kendim taşıyabilirdim, o da ne ki, taşımasını beklemiyordum, ama soruşunda çok acıklı bir ton vardı. Üst katta odamı gösterdi, ortasında çift yatak olan bolca şifonyerli büyükçe bir odaydı; duvar kağıtlarından yatağın üstündeki süs yastıklarına herşey fazlasıyla uyumlu ve temizdi. Bu kattaki banyo, diğer odaları kullananlarla ortak kullanılıyordu. Banyo da gayet ferah ve etrafta kullanıma sunulmuş şampuan, tek kullanımlık diş fırçalama sonrası çalkalama bardağı gibi insana refah ülkesinde olduğunu anımsatan nesnelerle doluydu.

Bavullarımı yatağın kenarına sıraladıktan sonra kadın nazik bir şekilde bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu, yığılacak kadar yorgun olmama rağmen sıcak bir şey, olabilirse kahve istedim, kadın kahvenin yanında peynir, kraker ve dilimlenmiş meyveden oluşmuş bir tabakla geldi. Müteşekkür olmanın çeşitli ifadelerini arasam da krakerleri gevelerken boş bir suratla kadına bakıp sorularını yanıtlamakla yetindim. Gözlerim açık uyuyor gibiydim sanırım az sonra kadın "yat istersen" diye uyardı, oysa saat anca gecenin onu olmuştu. Odama çıktığımda soyunup temiz kokan yatağın içine girip sızdım.

Gece bir ara dörtte uyandım, diğer odalarda kalanlardan biri banyoya gitmişti, uyanmaya sinirlendim, o kadar yorgundum ki yeniden uyumak bile zordu. Sabah kahve kokusuyla uyandım ve burda kaldığım dört gecenin her sabahında olduğu gibi meyve salatalı, omletli mükellef bir kahvaltı önüme kondu. Bu kadar çok yenmesini abartılı bulmakla birlikte ve kim sabah sabah hem meyve yiyip hem de yumurtalı, reçelli ekmekli kahvaltı ediyordur diye merak ediyorum. Son gün, tabakta üzerine çilek dilimleri serpilmiş kocaman bir dilim kavun görünce dayanamadım, meyveyi yemeyeceğimi söyledim. Üzüldü kadın. Kendisi kahve dışında kahvaltı etmiyor oysa ki.

Evin her tarafında yer döşemesi inanılmaz gıcırdıyordu. Yani tahta merdivenlerin, veya parkelerin oynamasından dolayı yerlerin gıcırdamasını bilirim de, burda denedim, adım atmazken bile ağırlığımı bir ayaktan diğerine alırken ya da ayağımı oynattığımda dahi yerler gıcırdıyordu. Diğer evler de böyleyse, bu evlerde yaşamın nasıl geçtiğine şaşırdım. Zaten kimse beni farketmesin diye bir takıntım vardır, daha doğrusu kimseyi rahatsız etmeme özeninden kimi zaman saçmaladığım da olur, bu gıcırdayan evde herkese ilan etmeden hareket etmenin bir yolu yok. Baktığım bazı ev ilanlarında neden "izolasyonlu tavan" dendiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Öğrenci evlerini düşünmek bile istemiyorum. Elbette bu evler aile evleri olarak yapılmışlar, apartmanlardaki gibi ses izolasyonu gereksinimi düşünülmemiştir. Şehrin güneyinde evlerin birbirine çok yakın olduğu yerlerde duvarlarını birleştirmeyip, arka tarafa geçen koridorlar bırakmışlardı. Her ev bir insan gibi, birbirlerine özenle müdahale etmiyorlar.

İlk sabah evsahibesinin hazırladığı zengin kahvaltıyı yedikten sonra yeni şehri tanımak için yeterli enerjiyi almıştım. Odama çıkıp artık ihtiyacım olmayan, eski şehre ait şeyleri el altından kaldırıp harita, yapılacaklar listesi gibi şeyleri çantamın ön gözüne koydum ve yıkanmak üzere banyoya yollandım. İçli dışlı banyo perdesini açtığımda yüksek sesle gülmemek için kendimi zor tuttum. Sıcak ve soğuk musluklar ayrı olmaktan başka, duş ve normal musluk için de ayrı kollar vardı, ve kollar artı, ya da haç şeklindeydi. Bu durumlarda çok söz yerine bir fotoğraf herşeyi anlatıyor:

Cumartesi, Eylül 02, 2006

Toronto'dan London'a: İlk İzlenimler

Sonradan her yerde karşıma çıkacak olan, kahve, kurabiye ve muffin sunan ve ucuz olan Tim Hurton'da (Toronto'ya gelen uçakta yanımda oturan 60'larındaki İsviçreli kadın bana bu zinciri anlatmaya çalışıyordu, ben Team'li birşey anlamıştım, kadınla fransızca konuştum işte çatpat) kahve içip blueberry'li muffin yedikten ve bir önceki yazıyı gelişigüzel döktürdükten sonra otobüs terminaline geri döndüm. Bavullarımı el arabasına yükledikten sonra 4:30 arabasına bana yer olmadığı anlaşıldığından elimdeki rezervasyon biletini gerçek biletle değiştirmek için yeniden gişeye gitmiştim. Gişede duran ve farklı işler yapan ama şu anda işleri olmadığından aralarında sohbet eden iki kadın, bir erkek, iki zenci, bir beyaz "gerçek bilet" istememe çok güldüler, ben de bir yere gidip kahve içmek istediğimi söyledim, sonra sohbet yolculuğumun uzunluğuna ve nereden geldiğime, adamın istanbula gitmiş olmasına evrildi. Oldukça sıkıcı bir işleri var, farklı yerlerden gelen insanlarla konuşabilmek işlerinin en eğlenceli yanı sanırım.

Otobüs, büyük şehirlerararası otobüslerdendi, sürücüsü de 50'lerinde, beyaz saçlı, takım elbiseli ve kalın sesli bir kadındı. Otobüsün bi de muavini vardı, o da aynı yaşlarda, şortluydu ve işi yol üstünde inecek yolcuları ayarlamak ve herkesin doğru yerde inmesini ve mesela taksi bulabilmelerini sağlamaktı. En ön koltukta oturduğum için muavinin yanında oturmuş oldum ve adam yol boyunca kitap okudu. Toronto'nun içini fazla göremedim ama iki şehir arası düzlük yemyeşildi. Yeşilin tok açık tonu insanı şaşırtıyor; sık ormanlık yok ama yemyeşil tarlalar veya boş alanlar var ve onun dışında kalan yerler hep büyük ağaç öbekleri. Ve bu manzara 2 saat boyunca hiç değişmiyor.

Toronto'dan çıkarken bir ara 4-4-4-4 şeklinde sıralanmış 16 şeritli bir yoldan geçtik, toprağın bu kadar büyük olması ve bu kadar genişçe kullanılmış olması eski kıtadan gelmiş birisinde şaşkınlık yaratıyor.

London'a vardığımızda karanlık olmuştu ve muavin benden Richard için de taksi çağırmamı istedi. Muavin yeni olduğumu biliyordu ve ona nasıl taksi bulabileceğimi sormuştum. Richard neden kendi istemiyor acaba diye merak ettim. Gayet sağlıklı dinç bir adam gibi görünüyordu göz ucuyla baktığımda. İstasyonda taksi durağının telefonunu açıp 3 taksi istedim, bir kadın da istemişti. Geriye döndüğümde Richard bavullarını tarif ediyordu, "üzerinde adım yazıyor" diyordu. Epey uzun boylu, yapılıydı, yanında "Seeing eye" bir kurt köpeği vardı. Otobüs şoförü yanıma gelip "ne kadar uysal bir köpek değil mi, yolda gıkı bile çıkmadı" dedi.

Taksi şoförü beni kalacağım pansiyonda bıraktığında doğru adreste olduğumu biliyordum ama buranın gerçekten bir pansiyon olduğuna emin olamadım, herhangi bir isim ya da tabela yoktu. Çekingenliğim karşısında yeni şehre vardığımı bilen şoför kapıyı kendi çalmaya teşebbüs etti, ev sahibesi kapıyı açtığında ikimize şaşkın bir yüzle bakıyordu, acaba iki kişi birden mi kalacak diye düşünüyormuş meğer sonradan söylediğine göre. Pansiyona vardığımda o yorgunlukla bavullarımı üst kattaki odama nasıl çıkarmışım bilmiyorum, sonra indirdiğimde buna çok şaşırdım.

Cuma, Eylül 01, 2006

27 Ağustos 2006 Toronto Havaalanı

Yorgun olunca düşüncelerimin kuyruklarından tutamıyorum, ordan oraya. Bir aydınlık keşif sonrasında en ufak bir izi kalmıyor geriye, iki üç cümle sonra.

Bugün olanları anlatacaktım ve nasıl anlattığıma göre komik olacaktı. Çok da acıklı bir durum oysa henüz. Ama yorgunluğumu anlamlı kılabilmenin yolu, bugün başımdan geçenleri anlatıp kendimi eğlendirmek.

Mesela göçmen dairesi memurun belli bir açıdan bakıldığında çok hoş görünen bir genç olduğunu, başka bir açıdan da The Wall'da oynayan, kaşları traşlanmış Bob Geldof'u andırdığını anlatabilirdim. Bu kesinlikle bugün olanların en önemlilerinden biri, bir üçüncü ülkede okuma ve okulda çalışma (yani para kazanma) izni aldım ve üzerine damga bile vurulmasına gerek duyulmadığından tertemiz isviçre pasaportumun bir sayfası üzerine izin katlanıp zımbalandı.

Ordan çıktıktan sonra bavulları almaya indiğimde bavullarımın döndüğünü gördüm, onları koyacak el arabası bakındım, taa uzakta vardı, ingilizce bilmeyen bir zenci kadın sürdüğüm şeyi almak istedi, bıraktım alsın diye, ama o da nasıl alacağını bilmiyormuş. Para ödeniyormuş, 2 dolar yazıyordu, orada birikmiş olan hiçbirimizde 2 dolar, ya da bozukluk var gibi görünmüyordu, boş boş birbirimize baktık bir süre.

Biraz önce "asla bunlara kalmam dediğim, üzerinde 2 bavul 10 $ yazan adamlardan birine el edince hemen koşturdu yanımda bitti. Pazarlık ettik, beni otobüs terminaline bırakacaktı, parayı da çıkıştaki kadına vermeliymişim. Çantalarımı aldı, dediklerini hiç anlamıyordum, ama aldıkları iş üzerinden kazanıyorlarmış gibi geldi bana. Yüzde kaç diye sordum, on bile etmez dedi, ama biraz önce on dolar ödediğim ve karşılığında makbuz veren kadın, otobüse kadar götürdüğü için cömert bir bahşiş vermemi ısrarla belirtmişti. O yüzden adamın söylediğine güvenebileceğimi sanmıyorum.

Adam beni otobüs terminali Robert Q'nun orda bok gibi bırakınca ve 4:30 otobüsünde yer olmadığını öğrendiğimde çoktan ter içinde kalmıştım. Susuzluktan ölüyordum, çantaları taşıyabileceğim bir el arabası yoktu ve 6 15 otobüsüne 2 saat vardı. Çantayı bırakıp su almak üzere 5 kocaman bavulları olan muhtemelen orta doğulu genç çiftin şu anda herhalde tuvalete gitmiş olan sevgilisini yalnız bekleyen kadına derdimi anlattım, merak etmemesini, 15 dakikada döneceğimi söyledim.

Allahın koskoca havaalanında, o kadar büyük ki, yakınlarda su alacak yer göremiyordum. Bavullarla dolaşıp oturacak bir yer bulmalı, derken su yerine iki doları, aslında ilk yapmam gerektiği gibi bir yerde bozdurarak el arabası almaya karar verdim. Etrafıma bakınırken boş bir el arabası buldum, sahibi olabilecek biri görünmüyordu ortalıkta. Mutlulukla, ve deminki kazıklanmanın acısını çıkara çıkara el arabasını, demin on dolar bayıldığım adamın izlediği yoldan devasa asansörle bavullarımın yanına indirip, zavallı kızı yükümlülüğümden kurtardım. Su almak ve belki de oturup kahve içecek bir yer bulmak üzere geldiğim kata geri dönüp yürümeye başladıkça, sırtımda ter, boğazımda susuzluk, eşşek yükü gibi koskoca çantaları olan tek salağın ben olduğuma dair bir hezeyan üstüme çullandı. Dolandığım yer uluslararası hatlardan gelenlerin karşılandığı çıkış kapısıydı ve haliyle karşılamaya gelenlerin bavulu falan yoktu.