Cuma, Kasım 30, 2007

sinek kardeş

galiba artık buralı oluyorum, yazdığım falan yok bloguma. oluyor muyum gerçekten? biraz.



meyva sinekleri ev hayvanı olabilirler mi? yani evde yaşıyorlar da, hani kedi, köpek, kanarya, kaplumbağa oluyor da neden meyva sineği olmasın? baş harfi "k" mı olmak zorunda? bunun kanatları mavimsi gri üstelik, bildiğim meyva sineklerinden daha büyük. geceleri ortalığa çıkıyor. gündüzleri hiç görmedim. yok ya, delirmedim. delirdim diyen deli yoktur ama olsun, yine de diyeyim. masamın etrafında dolaşmasını anlıyorum, ne de olsa bilgisayar var, lamba var, ısı kaynakları var. ama bu hayvancağız elimi uzattığımda üstüne konuyor. sonra üflüyorum gitmiyor. uçarak bir ileri bir geri zıplıyor masada. artist. dün gece de kitap okurken inatla koluma konuyordu. pire falan değil! gayet kanatları var, mavi-gri.



Hamsun'un Açlık romanında buna benzer bir sahne vardı ama anımsayamıyorum, açlıktan aklını kaybedip bir süre sonra hayvanatlarla arkadaşlık etmeye başlar.



aç olduğum söylenemez.

Perşembe, Kasım 01, 2007

arabalı çöpçü

Mahallemde arabalı bir çöpçü var, politik açıdan daha uygun bir kelime bilmiyorum. Evet, arabası var, çöpleri karıştırmaya arabayla gidiyor yani. Bu sabah sekizde bildiğimiz çöpçü olduğuna emin oldum. Ne diyeceğimi bilmiyorum, atlatabilmiş değilim.

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Bayram tebriği

Bayram olduğundan haberim yoktu, ne arayanım var ne soranım, ne bayram kutlayanım. Bir Şükran Günü daha geçti, geçen hafta, deli gibi yoğundum. Ama şikayet etmeyeceğim, dırdır da etmeyeceğim.


Onun yerine şaşkın ben gene ne şaşkınlık ettim hikayesi anlatacağım. Cumartesi sabahı dokuz buçukta okulda olmam gerekiyordu, çünkü düzenlediğimiz konferansın olacağı odaların anahtarları bende idi. Kalktığımda saat dokuzdu (sabahın beşinde yatmıştım ama), üzerime pantalon çekip taksi çağırdım. Neyse taksi hemen geldi, atladım. Bu saatte trafik açıktır diye düşündüm, ama zaten İstanbul'da değilim diye hatırladım sonra. Taksi beni uzun yoldan dolaştırıp kazıklamaya kalkar mı diye etrafa bakmayı unuttum, ama ne kadar dolaştırabilir zaten. Sonra şoförün telefonu çaldı, aaa, ilginç derecede tanıdık ama pek de tanımadık bir dilde, yani Türkçeyle konuşuyor. Ne konuştuğunu anlamıyorum. Azerice gibi, sonra sordum türkçe "Azeri misiniz?" diye. Amca şaşırdı, nece ne diyeceğini bilemedi, ben de aynı şeyi bu defa ingilizce sordum sonra ingilizce konuşmaya devam ettik. Irak Türkmeni imiş, memleketten aramışlar bayramını kutlamaya. Sonra türkçe'ye döndük nedense. İstanbul'da evi varmış, ailesi ordaymış, on beş yıldır burdaymış, Londra'da beş yüz kadar Türkmen varmış, hatta lokalleri bile varmış da bayramlaşacaklarmış. O sırada okula varmıştık ki cüzdanımda sandığım kadar para olmadığını gördüm, zaten sandığım bir miktar yoktu. Sadece taksiye yetecek kadar olduğunu tahmin ediyordum, yanılmışım. Hemen atm'ye koşar çekerim dedim, yok, ya etme hemen şurası, yok, ama olmaz ki, ne olacak ne varsa onu verirsin, ama ya derken verdim bütün cebimdeki bozukluklarla. Sabah şaşkınlığın, annem bilir, bilenler bilir diyeyim, bi de sonra ödeşiriz dedim. Sanki burası kasaba da toplasan on taksi var. Ama matematikte post-dok yapanı tanıyordu. Dünya küçük dedim. Bi de üstüne üstlük bayramını kutlayıp arabadan indim, binanın önünde üç kafadar organizatördaşlarım duruyordu selam deyip durumu anlatmaya başladım ki jeton düştü, neden birinden borç istemiyorum diye, derken arkamı döndüm, taksi de arkasını dönmüş yola koyulmuştu bile. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık.

Cuma, Ekim 05, 2007


Miriam'ın geçen günlerde çalınan, dededen kalma, eski zamanlar bisikletlerinin modelinde yapılmış, pedal frenli, o yüzden de Miriam ailesinin yanına gittiğinde iki hafta bana bıraktığında küçük bir kazacık atlattığım, buna rağmen yolda (kaldırımda) giderken yoldan geçenlerin bakıp "bisikletin de pek hoşmuş" diye laf attıkları bisiklet. Benim mutfakta, ünlü civciv sarısı masama dayanmış poz verirken.
Miriam'a aramızda kısaca
Meryem diyebiliriz. Kızmak bir yana bilakis sevinir duysa.

Pazartesi, Eylül 24, 2007

Geldim, Gittim, Geldim

geldim, gittim, geldim




gittim, geldim, gittim

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

Yakında fotoroman yazacağım. Sanki çok zamanım olacak da! Ama olsun. Arkadaşlarım teşhirci olduğumu düşünüyor, ben ise egzibitınişt demeyi tercih ediyorum. Adı üstünde fotoroman, çok foto olacak, az yazı. Fotoları toplamaya başladım, yani toplu haldeler zaten, tek dert onları dijital hale getirmek, ondan sonra zaten hikaye kolay. Uydur uydur gitsin. Hayat hikayesi uydurmaktan kolayı yok. Fotolar kendileri talep ediyor zaten. Mesela bu fotonun altına neler yazılmaz ki:

Salı, Temmuz 17, 2007

Ağva

"Bugünlerde kendimi çok empresyonist hissediyorum." Bu laf daha önce Fraser'da (dizi olan) geçmediyse benden alıntılayabilirsiniz. Eğlenceli olur.


ağva güzel bir yermiş, üstelik İstanbul'da. otobüsten indiğim yerle kumsalında oturduğum yerlerin farklı olduğunu sanacak kadar yeşil bir yer. yeşile doydum. maviye de.


Çarşamba, Temmuz 04, 2007

Pazartesi, Haziran 11, 2007

İkinci el eşyalardan bozma ilk evim

Dersler biter bitmez kendi başıma yaşayabileceğim ama bütçemi altüst etmeyecek bir ev aramaya koyuldum. Bodrum katlarını ve kirli apartmanları dolaştığım halde inancımı kaybetmedim ve arayan derviş misali buldum ve çok mutlu oldum. Bu kendi başıma taşındığım ilk ev olduğu için de ayrıca mutluydum. Durumu epey romantize ettiğimi farketmekle birlikte bu tepkimi “hassasım ama duygusal değilim” diye dengelemeye çalışıyorum. İngilizcede biraz daha anlamlı: “I am sensitive, not emotional”. Fransızca dersimden kalan zamanda ev aramaktan, sonra ikinci el eşya aramaktan pek başka bir şey yapamadım arada yaz geldi derdirten ender günlerde.

Kışın aldığım koltuk dışında, tabak çanak ve bir dükkanda pek ucuza bulduğum kullanılmış bir mikser seti ve bir evin önünde atılmış açılır üç sandalye de dahil olmak üzere herşeyim ikinci el. İkinci el eşya bulmak gerçekten kolay, yardımsevenler derneği ya da mesela burda otizm derneği gibi yerlerin para toplamak amacıyla çalıştırdıkları ikinci el satış dükkanları var, okulların bittiği dönemde sokakta koltuk ya da yatak falan bulmak da pek mümkün. Ivır zıvırlar için de her-şey-bir-dolar türünden dükkanlar var, şimdi banyo perdesini de nerden bulacağım demeyip bu dükkanlardan büyükçe olan bir tanesine gidip, efendime söyleyeyim, sadece banyo perdesi değil onu takmak için lazım olan adını ne türkçede ne ingilizcede bilmediğim nesnelerden de alınır, yanında başka bir sürü zerzavat da alınır. Bu dükkanları bulmadan önce acıklı bir şekilde ikea’nın internet sitesinde gezip online alırsam ne kadar kazıklanacağımı araştırıp, var olan şeylerin gerçekten sadece küçük bir kısmını online alabildiğimi farkedip kara kara düşünüyordum, ah kamyoneti olan birisini ayartıp kendimi en yakın (100 km) ikea’ya götürtsem diye. Yaşasın bağımsız kadınlar nesli! Bir de Michelle diye çok tatlı bir kadının dükkanını buldum, öğrenci döküntülerinden ziyade zevk işi ve kullanılmamış kadar temiz eşyalar satıyor. Epey bir kadınca süslü püslü de şeyler. Bağımsız kadınlar da zevk sabihi olabilir! Herşeyin yanı sıra eşyaları bir araya getirirken epey şanslıydım, ezelden beri kullandığım gibi sade düz beyaz bir çalışma masası ve dükkanın ta diğer köşesinde masanın altına girebilecek gene beyaz bir dolap buldum. Masaya oturduğumda sanki bu hep benim masammış gibi hissediyorum. Romantizmin sınırı yok.

Neyse bir sürü şeyi pek ucuza denk getirip sokağa bakan giriş kapımın yanındaki sundurma benzeri yere bir plastik sandalye ve pembe-beyaz gayet neşeli sardunya bile aldım. Yeni evime ve ilk evime taşınalı bir hafta oldu, ne mutluyum ne mutluyum derken dün gece biri(leri) kapıma yumurta(lar) attı. Kimin attığını göremedim ama gülerek koştuklarını duydum. Çok sinirlendim, burnumdan tüttüyordum, dışarı çıkıp bakındım, saat daha geç bile değildi ve haftasonu olduğu için dışarda insanlar vardı yani nasıl da cesaret etmişler derken pencerede sızan yumurta sarısını da görünce hemen temizlemeye kalkıştım. Alt tarafı kendilerince eğlenen bir velet sürüsü ama nedense ben önce durumu gayet kişisel algıladım. Sanki birileri bana gıcık kapmış gibi, hatta ne o öyle sardunyalar, fazla cici herşey, o ne öyle sokak kapısının camında bile perde. Böyle burnumdan tüterken sokaktan geçen biri “sizin eve de mi yumurta attılar?” diye sordu, meğer sokak boyu birkaç ev hedef olmuş, sadece benimki değil. Rahatladığımı itiraf etmeliyim, nedense bunu bir ilk uyarı gibi algılayıp acaba ardından ne gelir diye düşünmeye başlamıştım ki gelişigüzel hedef alan bir barbar veletler sürüsü ile karşı karşıya olduğumu anladım. Amma abartmışsın diyenlere de “sizin kapınıza hiç yumurta attılar mı?” diye sormak isterim.

Durumu kişisel algılamanın ilk tepki olarak anlaşılır olmasının yanı sıra neden evimin fazla cici olmasına yorduğumu ayrıca analiz konusu ettiğimi de söylemem gerekir, huyum kurusun. Sanki haketmiyormuşum gibi tuhaf bir savunma refleksi, ikinci el eşyalarla kurduğum sevgili dünyam ne kadar da kırılganmış, bir iki yumurta bile sarsmaya yetti. İkinci el eşyalarla kurduğum aidiyetimin yumurtalarla sarsılacağını, ve aslında buraya ait olmadığımı hissettireceğini insan öngöremiyor elbette. Pek mi hassasım ne! O adamla konuşup işin aslını öğrendikten sonra kızdım tabii kendime biraz, ee birazdan fazlaca, hemen savunmaya geçtim diye. Yahu daha yatağım bile yok, bana geçen kış servete malolan açılır-yatak-olur koltukta yatıyorum. Yatağı da havaya ısmarladım, şimdilik, bir yerden gelecek, inanıyorum. Evet banyo perdem çiçekli, mutfak masam ve sandalyeleri de civciv sarısı, ne olmuş yani!

Sabah yeni evsahibemle kapımı ve evin önünü temizledik bahçe hortumunu kullanıp, nedense temizlemeyi kendi işi olarak algıladı, onun evi ya, bana da yardım ettiğim için teşekkür etti. İlginç. Ev eşya arama sürecinde herşeyin korktuğumun aksine gayet yolunda gitmesine ve aradıklarımı sandığımdan daha kolay bulmamın yanısıra insanların bizim alışık olduğumuzdan daha farklı şekilde iyi (yardımsever) olduklarını da gördüm. Belki evlerine çağırıp yemek ikram edip karnını doyurmuyorlar ya da başkasının işimi onun yerine yapmıyorlar ama yeni evsahibim bana bir kutu dolusu eski tencerelerini verdiğinde, beni evlatlığı gibi görüyor hissine kapılmadım da değil, epey şaşırdım. Öte yandan Michelle, sonradan almaya karar verdiğim mutfak masasına, evet civciv sarısı olan, taşıma parası almadığı gibi fiyatına indirim bile yaptı. Burda herkesin böyle olduğunu söylemeye çalışmıyorum elbette ama farklı bir yardım etme anlayışı var. Bir sürü insanın zor durumda olduğunun bilinci de pek yaygın, ve “hakediyorlar” gibi bir düşünce varsa da bizdeki kadar yaygın olduğunu sanmıyorum. Daha doğrusu, bir sürü insan ya geçmişte zor durumda olduğu ya da bir şekilde gelecekte olabileceğini aklından geçirdiği için başkalarına yardım etmeyi kendilerine bir görev gibi görebiliyor. (İsterseniz buna kapitalizmin olumlu ahlaki sonuçlarından biri de diyebilirsiniz). O yüzden de insanın eşyalarının olmaması gibi şeyler utanılacak şeyler değil. Yani düşünüyorum da, ortasınıf bir Türkiyeli için otizm ya da yardım derneğinin dükkanına gidip tozlu raflar arasında kullanılmış tabak, bardak alıp onları kullanması ne kadar mümkün? Tehlikeli sulara yelken açtığımın farkındayım, ama bunu ya aklına bile getiremeyecek ya da sadece burada yaban ellerde olmakla açıklayacak bir sürü insan tanıyorum. Özetle, yardım sevenler derneği gibi kuruluşların toplumdaki yeri ve yarattıkları çağrışımlar bizdekinden epey farklı. Tam da değer yargıları farklı olduğu için burda kimi durumlarda kendimi açıklamakta çok daha açık olabiliyorum: “yeni eve taşınıyorum ve hiç eşyam yok” diye Michelle’e anlatmaya başladığımda, o bunu bir tür yardım talebi olarak algılamıyor, ya da beni acınası zavallı bir duruma yerleştirmiyor. İnsanca, pek insanca. Bu diyalogun çok olağan geldiğini biliyorum, oysa aynı cümleyi herhangi bir durumda Türkiye’de kurduğunuzu ya da duyduğunuzu hayal edin...

Bu arada eski bloglarımdan birine atıfta bulunup, mutfak masamı (evet hala aynı civciv sarısı masa) getiren Michelle’in kocasının salona bir göz atıp, yeni evsahibemin tavandaki vantilatörü (bunun Türkçe ismi yok di mi?) çalıştıran ipi kopuk olduğu için (tipik kadın evi işte) bunaltıcı bir gece verdiği miniminnacık fana bakarak boşluk doldurmak için dayanamayıp “fan da pek küçükmüş” demesine sonradan çok güldüm. “Sessizlik beni rahatsız eder, kibar olup bir şey demeli, boşlukları doldurmalıyım ama hayalgücüm pek kıt”, ay çok acımasızım. Adam o kadar taşıdı masayı. Masa da minik ama.

Yaşasın bağımsız kadınların dayanışması! diyerek bitirmek isterim bugün.

Pazartesi, Haziran 04, 2007

tasindim STOP yeni evim cok guzel STOP fransizca calisiyorum STOP yazicam anacim STOP

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

zeytinyağlı taze fasulye

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Pazartesi, Nisan 23, 2007

Ağlama duvarı

Burayı ağlama duvarı ilan ediyorum. Yok kuzey Amerika'ymış, yok kar kaç cm miş, yok otobüs şoförleri ne giyermiş. Yetti. Öyle serinkanlı gözlemlerimi anlatıcam, sonra dönüp okuduğumda neleri gördüğümü anımsayacağım, yok artık. Hadi burda yabancıyım, bir de kendime yabancılaşmışım izlenim diye diye. Yabancılaş yabancılaş nereye kadar. İşte, buraya kadar.

Oh be, rahatladım.

Salı, Nisan 17, 2007

mirror site

akis sitemiz yoktur, aslından sakınmayınız!

Perseus Projesi diye gayet kapsamlı bir klasik arşivi sitesi var, yıllardır ara ara dadanırdım. Antik Yunan ve Roma dönemi metinleri, çevirileri, kelime arama, deyim arama, kelimeyi tüm metinler içinde arama gibi harika araçları olan, sadece alanın uzmanı değil benim gibi ne yapacağını bilmeyen meraklıların da kullanabildiği ve üstelik genel kullanıma açık bir site. Yeni teknolojilere müteşekkir olma vesilelerimden biridir. Ödevlerimden birinde çok işime yarayacak diye seviniyordum ki, dönem sonu geldi site tamire girdi. Gittim geldim, gittim geldim baktım yok, açmamışlar. Başka yerde yok mu? Metinler var, ama kelime arama araçları yok. Hatta bu sitede belli bir kelimenin hangi metinlerde geçtiğini bile aratabiliyorsun. Çaresi kütüphaneden koca sözlük taşıdım eve. Büyük hayal kırıklığı, hezeyan: sanki ödevim buna bağlıymış gibi günlerce söylendim. Böyle bir proje, böyle bir site, nasıl olur, nasıl olur, ve üstelik nasıl olur da mirror site'ları olmaz... derken jeton düştü sayfaya yeniden girip baktım ve elbette ki iki mirror site'ları varmış. Jetonun sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Kullandım mı ödevi yazarken? Hayır.

Pazar, Nisan 15, 2007

itiraf.com

Seneler önce ilk duyduğumda girip bakmıştım insanlar ne itiraf ediyorlar diye, itiraf.com'a. O zamanlar, yanlış hatırlamıyorsam her yazılan yayınlanıyordu. Okurlar için eğlenceli anektotlar sunuyor, insanlar birbirlerine bir önceki akşamki diziyi anlatır gibi okudukları itirafları anlatıyorlardı. Fazla sansasyonel bulmuş pek hoşlanmamıştım. Bu dediğim yıllar önce oluyor. Geçen gün aklıma geldi ziyaret ettim sayfayı. Artık yazılar denetimden geçip yayınlanıyor. Saatlerce okudum. Bu defa bende bıraktığı izlenim ucuz bir iç döküp rahatlamanın ötesinde yurdum insanının sağduyulu gözlemlerine saygı duymak oldu. Bu sitenin bir tür toplumsal eleştiri ortamı yaratığını söylersem bundan ne demek istediğimi açıklamam gerekecek ki her sağlıklı akademisyen gibi şu an buna zamanım yok. Henüz elimde yeterince veri yok diyerek geçiştireceğim bunu.

On altı yaşındayken yazın erkek arkadaşımla tatile gitmek için annemden izin istediğimde annemin gençlik anıları kabarmış, bize oturup hipi maceralarını anlatmıştı ballandıra ballandıra, sonra da "ama burası Türkiye" demişti. İkna etmek çok zor olmadı. Yurdumun bol tatilci sahil kentlerinden birinde parasızlığı umursamaksızın "The Doors" filminin sıcak Kaliforniya sahilleri sahnelerini aratmayan ve annemin hipi maceralarına inadım inat bir tatil geçirirken bir yandan da tatilci yaşıtımız bir grupla kaynaşıp sabahlara kadar dans edip kumsalda şarkı besteliyorduk. Güzeldi. "losing my religion" en sevdiğimiz parçaydı. Bir gece sahilde herkesin yaptığı gibi turlarken biri gözüme fener tuttu, feneri indirmiyor, bir elindeki fotoğrafa bir bana bakıyordu. "Adın ne? Yaşın kaç? Nerelisin? Annen baban nerde?" diye sert bir sesle ardı ardına sorular soruyordu. Herhangi bir açıklama olmaksızın karanlıkta yüzüme fener tutulup sorguya çekilmeye fena halde bozulduğumdan aynı şekilde sert yanıtlar vermeye başladım. İki polis memuru olduklarını ancak gözüm alışınca anladım. Nedense sonradan soruları soran sesini biraz yumuşatıp açıkladı, kayıp bir genç kızı arıyorlarmış. Yaşımı duyunca da ailem nerde diye sordu. On sekiz yaşından küçük olduğum için beni karakola alıp ailemi aramaya hakları varmış. Bunun üzerine yine sert bir sesle, ama bu defa içten içe titreyerek ailemin haberi olduğunu söyledim. İkna olup gittiler ama bütün gece sinirden titremiştim, ne hakla bana bunları sorabilirler diye.

Polis memurları elbette işlerini yapıyorlardı, evinden kaçmış ya da kaçırılmış birini arıyorlardı ve bunun için ellerinde kayıp kızın bir vesikalık fotoğrafı ve fener ile sahil boyu gençleri tarıyorlardı. Bunda bir tuhaflık yok. Sinirlenmeme gelince onu şimdi daha iyi anlayabiliyorum sanırım: her an nerde olduğunu ve ne yaptığını açıklamak zorunda kalabilirsin, annene ya da babana değilse bir meraklı komşu çıkar, komşu değilse burnu uzun bir akraba, akraba değilse grup halinde şen şakrak kumsalda yürürken yüzüne bir fener tutar biri "Ne yapıyorsun burda!?!"

Kayıp kız bir suçluydu sanki, ne de olsa kaybolmuştu. Potansiyel "kayıp kız" olan her genç kız da potansiyel suçluydu. Onlar da bir gün kaybolabilirler çünkü. "Kayıp kız" bir anlamda suçluydu çünkü ebeveynlerinin koruyucu gözetiminden çıkıp devletin gözetim alanına girmişti.


Kadın olmak her an suçlanabileceğinin bilinciyle daima buna hazırlıklı olma endişesiyle yaşamak demek
. Diğer bir deyişle "kadın", gözetim alanlarının sınırlarını tehdit eden toplumsal varlıktır.

Pazartesi, Nisan 02, 2007

Sanal üzüm kaç para?

Sanal deyince nedense insanın aklına internet ortamındaki çet odaları geliyor ("oda" lafı da IRC zamanından kalma, fi tarih). Oysa sanal kavramı internetin icadından çok öncesinden beri var (belki yazının icadıyla damgalanabilir başlangıcı), Romantik dönem romanlarını okumuş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Werther'in acılarının sanal olduğunu kastetmiyorum elbette. Daha genel olarak edebiyatın ruhunda var sanallık, Werther sanal bir karakter bir kere. Yok öyle birisi. Ve de var öyle birisi, Goethe yaratmış. Oysa zamanımıza damgasını vuran sanallık değil, geçenlerde kaybettiğimiz (toprağı bol olsun) Jean Baudrillard'ın çok güzel belirttiği gibi simülasyon. İnternet ortamında herhangi bir yerde kendinize profil yarattıysanız kendi elinizle bir simülasyon yarattınız demektir, yaratmadıysanız da başkaları sizin adınıza yaratmıştır. Gizemli konuşmayayım: çıkarıp nüfus cüzdanınıza bakmanız yeterli. Orda bir takım şeyler yazıyor: bunlardan hangisi sizsiniz? Hepsi birlikte mi? Emin misiniz?

Neyse, bir takım isimler ve kavramlardan bahsedip ukalalık etmek istemiyorum. Sanal üzüm yediğimi söylemek istemiştim sadece. Yeme eylemim değil, üzümün kendisi sanaldı. Yani markete gittim bugün, biraz taze meyve ve sebze yiyeyim diye onlardan aldım. Gene eşşek yükü gibi yüklendim; hem kendime kızarak hem de bir yandan sırtımda koca sırt çantası, bisikletin iki yanında birer alışveriş torbası, tintini gidişime gülerek eve geldim. Baharın etkisi, geçen defa sonbaharda aynı şeyi yaptığımda nerdeyse sinirden ağlayacaktım. Üzümü yıkadım, yemeye başladım. Burda kocaman üzümlerden var, yeşil olanlardan, bizde de parmak üzüm mü derler ne ondan ama çekirdeksiz. Isırdıkça kıtır kıtır hissi veriyor, ama sert değil, üstelik sulu ve de tatlı. Evet, yani yedikçe bünyede bir tür doyma hissi yaratıyor, suyu ve şekeri besliyor, hissedebiliyorum. Rengi, dokusu tutuyor, onun dışında kimse bana bunun üzüm olduğunu söyleyemez, öyle yiyorum, yerken çıkardığım ses hoşuma gidiyor, bir de tanelerin suyu ağzımın içinde dağılıyor, onu da seviyorum. Şimdi buldum: kendimi bilim kurgu filminde bir karakter gibi hissettim, gelecekte bir zamanda geçmiş arşivlerine bakarak simüle ettikleri bir meyveyi koyuyorlar önüme, ben tabii geçmişten geldiğim için biliyorum yoksa bilemezdim, ona da üzüm diyorlar, hem de bir sürü paraya satıyorlar, öyle bedava da koymuyorlar önüme. Simülasyonunuzu yiyeyim! diye bitirmek istiyorum. Sonuç cümlesi: Sanal üzüm bedava, simülasyonu parayla.

ps: bir de, meyve midir, meyva mı? Yoksa şunun gibi mi: "You like potato, and I like potahto!"? Burdaki göndermemi izlemek isteyenler (seyretmek anlamındaki 'izlemek' değil, takip etmek anlamındaki 'izlemek') bir sonraki (sayfada üstte oluyor) entrime bakabilirler (yani dinleyebilirler). Off güzel türkçem nelere kadirsin!

Cuma, Mart 23, 2007

Toronto yolculuğu

Toronto ve şömendifer

Sonunda geçen ay Torono'ya gidip Kanada'nın şehirlerinden birini görebildim. Yaşadığım yer de şehir ama Toronto'yu görünce olmadığına karar verdim. Toronto çok güzel ya da etkileyici olduğundan değil, ama en azından şehir. Burası Toronto'yla karşılaştırılınca kasaba. İstanbul'la karşılaştırmak istemiyorum, yeterince abesle iştigal ediyorum zannımca.

Toronto'ya gitmek üzere sabahın köründe kalkıp taksi çağırdım, sonra aklıma geldi "yahu hangi tren istasyonundan kalkıyor bu tren?" Nasılsa taksi şoförü biliyordur diye pek dert etmedim. Taksi şoförü de hangi istasyon diye sormadı zaten. Şehirden, pardon, Londra'dan geçen iki demir yolu var, sadece bir tanesini yolcu taşıyan trenler kullanıyor. İstasyona gelince burda sadece bir tane istasyon olduğunu fark ettim.

Daha çok Varan veya Ulusoy otobüslerinin tesislerine benziyor istasyon. Nerdee Sirkeci İstasyonu, hani Haydarpaşa? Neyse. Toronto'ya gidecek olan yolcular çağrıldı, yolcular tesis kapısında nedense kuyruğa binip kapıda biletlerini görevliye gösterdi. Sonra trene binmek üzere sabah soğuğuna çıkıp trenin yanında gene kuyruğa girildi. Trenin kompartmanlarından birinin kapısı açıldı, merdiveni indirildi (çünkü nedense trenler çok yüksek, sanırım kardan dolayı), merdiven de buz tutmuş, yolcular yine tek tek biletlerini göstererek kompartmana bindiler. Koltuklar otobüslerdeki gibi, içerisi daha çok uçağa benziyor, kompartmanın girişinde kahve çay yapma bölmesi var uçaklardaki gibi, sonra büyük bavulları koyma bölümü var. Yerleştikten biraz sonra kompartmanın hostesi meşrubat-kahve arabasıyla isteyene kahve sattı.

Şehirlerarası otobüs Toronto'ya dolaşa dolaşa beş saatte gittiği için trenle 2 küsür saatte gitmek daha mantıklıydı. Üstelik rahatmış da. Ama trenin ritmi tuhaftı, genelde trenlerin insanı (yani beni) gevşeten, uykusunu getiren bir ritmi vardır, bu trenin ritmi pek aritmikti. Tren Toronto güzergahında iki şehirde (pardon kasabada) durduktan sonra Toronto'ya vardı. Ben yolda hala "acaba hangi istasyonda inmek gerekiyor şehir merkezine gitmek için?" diye soruyordum kafamda. Toronto'ya gelince muavin ses etti "Toronto yolcuları!" diye. Nedense Toronto-doğu, Toronto-merkez, Toronto-batı gibi istasyonlar olmasını bekliyordum. Ah Alice the dreamer! Burası Kuzey Amerika, burda eski kıta banliyöleri işlemiyor, burda herkesin arabası var, arabası olmayanın motorsikleti var, motorsikleti olmayanın bisikleti var, bisikleti olmayanın kaykayı var, kaykayı olmayanın ayakları var.

Bindiğimiz gibi sırayla ve tek tek indik trenden. Neyse ki tren istasyonu ile metronun yeraltından bağlantısı vardı, ve ne ilginç, yaşlı bir turizm görevlisi bedava şehir merkezi haritası verdi. Toronto'nun pek büyük olmasa da, İstanbul'unkinden daha uzun bir metrosu var. İyi ki de varmış çünkü dışarda öyle bir rüzgar vardı ki, dışarda eldivenimden parmaklarımı çıkardıktan sonra yaklaşık yirmi saniye sonra parmaklarımı hissetmiyordum. Sanırım Toronto'nu bu yılki en soğuk haftasonunu seçmişim şehri görmek için. Soğuk neymiş Toronto'da gördüm bu sene, cumartesi günü hissedilen eksi yirmisekizdi, merak edenlere.

ps: Muallakta kalmasın, sigara içmek için parmakları eldivenden çıkarmak gerekiyor, ne de olsa hiçbir üstü kapalı mekanda sigara içilmiyor. Hala bir kahveye oturduğumda masada küllük olmamasını garipsiyorum.

Pazar, Mart 18, 2007

İzlenimleri sabitlemek

Aradan zaman geçince izlenimler silikleşiyormuş, yaşananların etkisini yitiriyormuş. Öyle bir söylenti var. Geri geldiklerinde veya geri çağrıldıklarında daha etkili olabileceklerine inanıyorum ben yine de. Ya da sanatın gücüne. Ama sanat deyince insan irkiliyor, çok ciddi bir şey çünkü, bize öyle öğretildi. Nefret ettiğim lise kompozisyonlarından birinin konusu şuydu: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." Bunun üzerine bir kompozisyon yazmamız istenmişti, çok gaddarca.

İzlenimler geri çağrıldıklarında daha güçlü geri gelebiliyorlar, ya da izlenimlerini çağıran kişi onları güçlü kılabiliyor. O halde, yaratan kişinin bir tür ruh çağıran olduğu da söylenebilir, bir tür çığırıcı. Belleğin derinliklerinden anları, imgeleri, halleri, mimikleri ve modlarını çağırdığında, zamanı belirsiz o anın ruhu dolduruyor odayı, başka bir bedene bürünüyor yaratan, ruh çarpması, çağırdığı ruha teslim oluyor (ama tam değil). Sanatın büyülerle ve mitlerle bürülü eski zaman ayinleriyle olan o ince bağı diriliyor. Nedense aklıma Marguerite Duras'nın Sevgili adlı romanı geliyor
aklıma.

Diğer yandan belleğin süzgeçlerine güvenmeyenler ve zamanın herşeyi unufak eden acımasız çarklarından korkanlar için en iyisi etki geçmeden sabitlemek. Günlük tutan, tutmuş olan, o büyüyü aktarmanın aslında ne kadar zor olduğunu, kelimelerin ne kadar eksik, beceriksiz ve topal olduğunu bilir. Sabitlemeye çalıştıkça kaçan efsunun peşinden koşarak yazmak acı verir. Bazı şeyleri yazmak istemez bir de insan, zihindeki imgeleri olduğu gibi saklamak ister, kelimelerle kirlenmeden geçmiş tapınağındaki yerlerinde korumak ister. Yine de tutmak isteriz, sabitlemek olmasa bile bize o dünyayı anımsatacak ipuçlarını, o dünyaya giden haritanın işaretlerini çizmek isteriz. Belki bir gün, geri dönüp bakmak istersek diye.

İzlenimlerinin izini bırakmak isteyenin elindeki imkanlar sonsuz değil, ama zamanla olan sonu baştan belli olan düellosunda kaleminin yardımına tüm ruhları çağıracaktır.

Perşembe, Mart 01, 2007

Sol Kulakçık, Kulaklık, Kulak, Hah Hoparlör

Bilgisayarımın kendi kulaklıklarından, yani kulakçık çıkışından, yani kendi hoparlörlerinden müzik dinlemekten sonunda usanıp hoparlör almaya karar verip, ikinci el wooferlı, hmm, booferlı, off subwoofer'ın türkçesi nedir? Neyse, bir kaç ertelemeden sonra "ses sistemini" satacak olan adam, ki adı da Adam'dı, kibarlık edip arabasıyla kapıma kadar gelip, orijinal kutusu içinde teslim etti. Kutunun içine kablolara baktım, teşekkür ettim, eksik bir şey olursa derken Adam ekledi: "kız arkadaşım kontrol etti, bir eksiği olmaması lazım ama olursa haber verirsin."

"Ses sistemi"nin çalışmayan sol hoparlörünün neden sonra, yani tam 5 gün sonra çalışmaya başladığını yazacaktım ve bunun her tür batıl inanç kırıntısından zerre kadar hoşlanmayan, her bir şeyi denedikten sonra sistemin eski sahibi Adam'a lütfen gelip sistemini geri alması için mail attıktan sonra başıma geldiğini yazacaktım. Hoparlörlerin (uydu diyorlar, bayılıyorum o lafa) birinin çalışmadığını görünce önce derin nefes alıp, gayet basit bir şeyi gözden kaçırıyorum diye kalite kontrol teknisyeni gibi titizlikle her şeyi tek tek denedim. Uyduların içini açıp kabloların temassızlık yapıp yapmadığına bakmanın olanağı yok, illet oluyorum. Ama sonuçta sol hoparlöre giden kabloda sorun vardı, şimdi yok: kablo ortama ısınıp artık temas etmek istemiş olmalı.

Bu "ikinci cümlesinde kız arkadaşı olduğu bilgisini geçen Adam tiplemesi" üzerine daha önce yazmadıysam da içimde kalmasın. Ya kadınlar adamları usandırdıklarından adamlar baştan önlem alıyor, ya da medeni olmanın yeni usüllerinden biri de medeni durumunu en erkenden beyan etmek oldu. (Ve bence hiçbiri değil). "Süt taze mi?" "Eşime sorayım." Daha çok dalgasını geçebilirim durumun çünkü gayet absürd. Ben bir yandan kutunun içindeki nesnelere ve kablolara bakıyor, bir yandan bana verilen fazladan bilgiyi hangi cebime neden koyacağımı algılamaya çalışıyorum. Pardon, ben ses sistemi almak istemiştim, başka bir şey alabileceğim fantazisi bana ait değil. Erkek histerisini anlamanın yolu bu fazladan verilen bilgi cümleciğinden başlıyor. "Ahlaksız olmaksızın temas isteği nasıl iletilir, ya da iletişimin bilinçdışı," ama psikanalizden fazla bahsedince annem kızıyor. Hahahaha, buna pirelerim bile güldü.

"evde kimse yok"

Çarşamba, Şubat 28, 2007

Grip Gezegeni

Hasta olmak başka bir gezegene gitmek gibi. Hoş değil tabii hasta olmak, ama tuhaf. Hava basıncının ve yoğunluğunun farklı olduğu başka bir gezegende nefes almaya çabalamak mesela hoş değil, ya da farklı yerçekiminde yürümek de. Başım hala uzayda, daha yeryüzüne inemedi.

Grip oldum, yazmak için bahane buldum. Nasıl da hasta olduğumu yazsam üç cümlede yazı biter: "Her tarafım ağrıyor, bütün gün uyuyorum, ne zaman geçecek." Asıl yolculuğun kendisi ilginç, yani bu gezegen. Tüm duyu organlarımın normalden farklı tepki vermesi bir yana, dünya başka bir yere dönüşüyor, normalden daha az sıkıcı hale gelmese de değişimi izlemek ilginç. Tabii iyileşeceğini bilmek güzel bir şey.

Mesela iç sıcaklıkla dış sıcaklık arasındaki engel ortadan kalkmış ya da iyice geçirgen hale gelmiş gibi, yürüdükçe sıcaklık farklarını hissedip buna hapşırıkla hemen tepki verebiliyorum. Yere yakın yerler kesinlikle daha soğuk, o yüzden ayaklarımı bedenime yaklaştırmam gerekiyor. Ellerim üşüdüğünde tekrar ısıtmak saatlerimi alıyor, bedenimde soğuk ile sıcak iki kutbun savaşı sürüyor, ve cephenin birinden diğerine geçişi kavgasız olmuyor. Ellerimi sıvı çimentoya sokmuşum ve ellerimden kollarıma doğru soğuk beton yayılmaya çabalıyor. Ellerimi ısıtmalıyım. Ellerimi koynuma sarıyorum, koynum çok sıcak, ama ellerim ısınacağına koynum üşümeye başlıyor, bu defa bütün bedenimle titriyorum. Yorganın altına giriyorum, bu sıcak-soğuk savaşı beni çok yordu.

Etrafa dürbünle bakıyor gibiyim, aynı anda bir satırda yazılan sadece bir kelimeyi okuyabiliyorum, bu pek sorun değil, çünkü okuyacak halim yok, ama yürümek için yere bakmam gerekiyor, ve yer çok uzak, ayakuçlarıma bakıyorum yer kaymasın diye, sonra oturduğumda başımı kaldırıp karşıya bakabiliyorum. Mesela hem tv'a bakıp hem kumandadan kanal değiştiremiyorum, elim şaşırıyor, o yüzden kumandada ne yaptığıma bakmam gerekiyor kanalı doğru değiştirebilmek için. Sonra da tv'a bakıp doğru kanala geçip geçmediğimi kontrol ediyorum. Bir sürü kanalın olduğu ve hiçbirinde doğru dürüst bir şeyin olmadığı, bol reklamlı bir pakette tv izlemeye çalışmak bile çok yorucu.

Grip olmak çok yorucu, o yüzden bol bol dinlenmek gerekiyor. Başka bir şey yapabileceğini sanan bu gezegende yerçekiminin kaç kat beter olduğunu hemen öğreniyor. İlk günlerde saat gece yarısına geldiğinde "gene mi uyuyacağım, bütün gün uyudum zaten, ama zaten çok yoruldum" diyordum.

Arada mesela bir şey yemek hele de içmek gerekiyor. Özellikle sıcağa yakın şeyler içmek, bu iç-dış sıcaklık geçirgenliğine karşı birebir. Biraz da karabiber eklenmiş bir sebze çorbası (burda da Knor var) sıcaklığın bedende nasıl hareket ettiğine demonstrasyon olarak kullanılabilir. Hastayken sıcak çay ya da çorba içince bünye hemen terle yanıt veriyor, çok ilginç. Ve insan ne kadar terleyebilir? Kendimi bu zayıflama hapları reklamlarındaki içi şeffaf beden şemaları gibi hissediyorum, içeri çay giriyor, mideden dört yana yayılıyor, her tarafı ısıtıyor. "Anne ben şeffaf mıyım?" Hasta olunca mideye giden şeyin ısısının tüm bedenin ısısını belirlemesi tuhaf, soğuk şey içince de tüm beden o ısıya doğru inmeye başlıyor. Sanırım grip olmak, iç ısının sabitlenememesi sendromu olarak yeniden adlandırılabilir.

Bu bad tripte dört gün bitti, bugün gün içinde pek uyumadım ama yine de başım hala diğer gezegende. O yüzden de evde olmak, ya da boş zamanımın olmasının pek bir anlamı yok. Artık oturabiliyorum bir de. Dört gün başka bir yerde geçti. Uykuda geçmiş gibi. Başım hala bir balonun içinde. Yere dönüş. Yere iniş. Bütün trip hikayeleri boktan galiba.

İz-lenimler

Haftalardır yazmak için zaman ayırmak istiyorum, ayıramadığım şeyin daha çok dikkatim olduğunu söylediğimde nasıl ukalaca geldiğini bildiğim için, her zamanki hazır cevaba sığınıyorum: zamanım yoktu. Sonra, tam zaman bulacağım derken hasta oldum, işte, zamanım var ama dikkatim hiç yok. Neyse, ona sonra geleceğim.

Bu uzun arada Toronto'ya gittim, yazmak istediğim bir sürü şey birikti. Merak ediyorum acaba biriktirdiklerim zamanla etkilerini kaybediyorlar mı? Yani üzerinden fazla zaman geçirmeksizin yazdığımda daha canlı ve heyecanlı mı oluyor; aradan geçen zamanla birlikte izlenimler izlerinin derinliğini yitiriyorlar mı? Yoksa izlenimlerin aktarımını heyecanlı ve canlı kılan, aktarımımdaki dikkatim mi?

Eski zamanlarda algının fiziksel olduğuna inanıldığı zamanlarda, dünyanın gözün ağtabakası üzerine izini bıraktığı düşünülüyordu. Aklıma lise kitaplarındaki şemalar geldi şimdi, ortaçağ algı teorilerinden çok uzak olmadığımızı farkettim. Neyse, bu teorilerin hoş ve ilkel tarafı mesela görülen şey (kahve fincanı) ile onun izi arasında fiziksel bir bağ olması gerekliliği idi. Yani kahve fincanı algısı fincanımsıydı, ağacınki ağacımsı, vs. Özellikle görme üzerine olan teoriler müthiş, mesela bir dönem, ışığın gözden çıkıp nesne üzerine düştüğü ve bu şekilde görebildiğimize inanılıyordu: gözün ışığı nesneye dokunuyordu yani.

Bu algı teorileri eskileri ilgimi çekiyor, tüm tuhaflıklarında gayet ciddiler, bu bir yana kullanılan dilin kaçınılmaz olarak fiziksel (aleni) olmayanı çağrıştırmasını engelleyemedikleri için. Muhtemelen bunları neden yazdığımı bir iki gün sonra ben de anımsamayacağım, hala hastayım ve başım Mars gezegeninde şu an. Neyse izlenimlerin, dış (?) dünyanın üzerimizdeki fiziksel damgaları olması fikri ilginç, böyle düşününce zamanın geçmesi izleri silikleştiriyor elbette. İz, izlek, izlenim, bellek. Bu arada, basın, baskı, damga, mühür kelimeleri aynı kökenleri paylaşıyorlar: impressions/izlenimler.

Perşembe, Ocak 18, 2007

Buraya ne demeli?

Buraya London (Landın) mı demeli, Londra mı? Londra deyince ardından, Londra Ontario eklemeli. Öğrencilerim bile şaşırdı bu konuda, "London'ı nasıl yansıtırdınız?" diye sordum, sınıfın yarısı Londra-İngiltere anlamış. Bu soruyu hangi bağlamda sorduğumu açıklamayayım şimdi. Neyse. Böyle bir adlandırma sorunsalı bulunuyor bu şehirde, şehrin kendisinde var bu, Picadilly, Richmond gibi sokak adları da okyanusun diğer tarafındaki aynı isimli şehre gönderme yapınca. Diğer Londra'yı görmedim, güzel diyorlar.

Doğa olayları
Havadan sudan bahsetmeye devam edeceğim dayanamayıp. Geçen hafta bir sabah kalktığımda çok heyecanlanıp fotoğraf çektim. Camdan bakınca heyecanlandım. Sabah ilk iş camdan bakarım, öyle, alışkanlık. Dünya yerinde duruyor mu diye herhalde. Neyse. Çok biriktirince çok geyik yapıyormuşum. Gece yağmur yağıyordu, daha doğrusu havada su buharı vardı, hep vardır ama o gece su buharları gözle görülebiliyordu. Sabah yeryüzü bir cam tabakasıyla kaplanmıştı, ağaçlar, çimenler, kaldırımlar, arka sundurmaya atılmış suni deri siyah koltuk. Hani yarım kesilmiş soğanı dolaba koymak için selofona sararız ya, buzdolabı kokmasın, soğan kurumasın diye. Yani ben sararım, atmam nimettir. Dünyanın bu kesimi de öyle selofona sarılmıştı, hatta daha da güzeldi, çünkü buz selofondan daha şeffaf. (Yazarken dahi kendimi güldürüyorum ya, ne diyeyim bilemiyorum.) Üstelik akmaya çalışan su damlaları da donmuş, dalların uçlarında, trabzanda, arabaların çamurluklarında, çatılarda sarkıtlar oluşturmuşlardı. Ama en güzeli tüm dalları buz tabakasına sarılmış ağaçlardı, hele gece lambaların altında yılbaşı süslerinden çok daha güzel parlıyorlardı. Bir de bahçeleri süslemek için kullanılan büyük sazlıklar buzdan bir kılıç demetine dönüşmüştü. Buz şenliği, sırça ağaçların ve çimlerin üzerine kar atıştırana kadar bir kaç gün sürdü. Ne şenlikti!

High-Tech Çin Malı
Bu "Made in China" beni epey düşündürtüyor. "Yeni mi uyandın" diyenler olabilir, ama burda nerdeyse herşey Çin'de üretilmiş, öyle böyle değil. Hatta bugün "Designed in USA, Made in China" yazısını görünce tamam dedim, bitmiştir. Aklınıza ne geliyor yiyecek dışında: kırtasiye, kıyafet, mutfak eşyası, vs. vs. Artık tik oldu, elimi neye atsam nerde üretildiğine bakıyorum. Çin değilse, Tayvan veya hatta Vietnam. Alışveriş manyağı değilim, hatta mümkünse bedenimi söyleyeyim biri alsın benim yerime. Bu pek mümkün olmadığından canım arkadaşımdan yardım istiyorum, sağolsun senede iki kere çıktığım kıyafet alışverişinde bana eşlik ediyor, daha doğrusu ben ona eşlik ediyorum bana bir şey alıyoruz. Ama yakında etiket manyağı olup çıkıcam. İstanbul'da Çin malı denince "ne alırsan bir lira" dükkanlarındaki gibi eften püften şeyler akla geliyor. Bir de Beyoğlu'nda iki katlı bir çanta mağazası vardır, çok çeşitli spor çantaları olduğu için severdim, en son bavul bakmaya ikinci katına çıktığımda, dükkanı tamamen Çin malı çantalarla doldurduklarını görüp epey şaşırmıştım, adam "ama ucuz" demişti tok bir sesle. "Evet ama kötü mal" demedim. Çünkü çantalar tasarım dahil Çin üretimiydi ve gayet düşük kaliteydiler, üç kuruş bile olsa o paraya deymez, bavul havaalanının ortasında patlayıverir. Burda ise ABD veya Kanada ile özdeşleşmiş markalar mallarını Çin'de üretiyor. Bu da bilinmeyen bir şey değil. Bir işçi maliyetine on işçi az buz bir fark değil. Amerikan tarzı liberal ekonomiyi anlamıyorum, anlayan varsa beri gelsin anlatsın. Kendimi yeni bağımsızlığını ilan etmiş doğu bloku ülkelerinden birinden gelmiş bir yabancı gibi hissediyorum. Devletçilik ciğerime işlemiş.

Buraya döndüğümde (yön ifade eden fiiller kafamı karıştırıyor: dönmek, gelmek, gitmek) senelik alışverişimin ikincisini, iklimlenme amacıyla "gerçekten su geçirmeyen" bot ve terletmeyen ama sıcak tutan mont almaya harcadım. Kıyafet konusunda babama çekmişim sanırım, üç tane ortalama ayakkabım olacağına bir tane düzgün ayakkabım olmasını tercih ediyorum. Gerçi babam sonunda dört tane düzgün ayakkabıya sahip olurdu. Bir tane olursa hemen eskir diye hemen bir yenisini alırdı. O halde anneme çekmişim. Halama çekmediğim kesin. Halam beğenip de bir eşarp alırsa, sonra dayanamaz ona uygun bir etek, ve o eteğe uygun bir bluz, hepsine uyan bir ayakkabı, ve ayakkabı ile uyumlu bir çanta alır (-dı daha gençliğinde.) Ama annem kendine bir şey almaz, ne varsa onu giyer, kızı annesinin üstünde aynı şeyi görmekten sıkılınca annesine yenisini alır, ama annesi eskisini kullanmaya veya giymeye devam eder. Aradan seneler geçer, kızı annesine "sana yenisini alalım" der, annesi reddeder, "bugün sinemaya gidelim hem biraz dolaşırız" kandırmacalarını da hiç yutmaz. Anneye kıyafet almak mı, deveye hendek atlatmak mı.

Neticede kendime Kanada'da tasarlanmış, Çin'de üretilmiş, ısı yalıtımlı, rüzgar geçirmeyen kış pantalonu aldım, ister kotun üstüne giy, ister tek başına. Denedim, iç mekanda terletmiyor. Böylelikle otobüsü kaçırdığımda yürüyebiliyorum, bana mısın demiyor. Bunun bir üst modeli de zaten kayak pantalonu. Abartmışsın diyenlere yanıtım: bugün hava sıcaklığı -18 celsius idi, hissedileni -24 diye tahmin etmişler. Bana göre abartan ben değilim (hala kendimi ikna etmeye çalışıyorum yahu), bu havada yırtık kot ve altında terlikle okula giden anca yirmisindeki veya yanımdan geçen bir yandan konuşup bir yandan jogging yapan iki adamdır. Ne giydiğim kimsenin umurunda değil, ama etrafımdaki herkesi kotla görünce şaşırıyorum hala.

İklimlenme (aklimatizasyon yerine uydurdum biraz önce, çevirmen arkadaşlar düzeltsin veyahut yenisini önersin) çabasının bir kısmı da bu iklimde giyinmeyi öğrenmek. Gelmeden önce adı gibi kendi de narin ve nadide arkadaşım temel ilkelerinden bahsetmişti ama denemeyince insan anlamıyor. Mesela bu iklimde yün kıyafetin işe yaramadığını hatta gayet kötü olduğunu anneme anlatamıyorum. Herhangi bir montun içinde yün kazakla on dakika yürüdükten sonra içersi 30 derece olan otobüse bindiğinde veya bir iç mekana girdiğinde, ciltteki tüm hücrelerden ter fışkırıyor. (Derisi yok ama bahçede fotoğraf çektikten sonra eve girdiğimde aynı şey fotoğraf makinama da oldu. Bunu önlemek için içeri girmeden makinayı hava geçirmeyen bir poşete koyup içerde iklimlendirdikten sonra poşetten çıkarmak gerekiyormuş. Bilmiyordum, öğrendim.) Dolayısıyla terletmeyen, daha doğrusu teri tutmayıp dışarı atan, yani high-tech ürün jargonunda "nefes alan" şeyler giymek gerekiyor, çünkü o terin üzerine ne giyersen giy dışarda hiç bir şey korumaz. Bu tür high-tech ürünlerin güzel tarafı, kat kat üstüste giymeye gerek kalmaksızın, ve dolayısıyla üzerinde fazla ağırlık taşımaksızın soğuktan korunabilmek. Uzun sözün kısası, Kanada'da tasarlanıp, Çin'de üretilmiş nefes alan, dünyanın en hafif ısı yalıtımını sağlayan kuştüyü ile doldurulmuş bir mont aldım, istediğim kadar yürüyebiliyor, beşeri tabiyatın şenliklerine nail olabiliyorum.

Sonnot niyetine: Uzakdoğu malı haftasına slogan önerimdir: "İster Çin'den ister Tayvan'dan, nerden alırsan al, high-tech al."