Pazar, Eylül 24, 2006

London endişeleri

Buraya gelen yabancı öğrencilerin her birinin farklı bir London algısı ve farklı bir yerleşme/yerleşememe patolojisi var. İlk haftalardaki sakinliğim ve herşeyi gözlemleme arzum, okulda aldığım derslerin yoğunluğu ve öğrencilerden beklentileri karşısında paniğe dönüştü. Birkaç gün nefes alamadım, oturup sokağı izlemekle geçirdim günlerimi. Bir yandan kendime "ne oluyor sana, gece onda okuldan çıkıp eve gidip ertesi günlerin okumalarını yapardın sen" diyordum. Hem bütün gün okulda olup gece derslerine kalıyordum, ve hatta bir dönem altı gün gidiyordum okula. Acıklıydı. Bitti. Yaptım.

Bu panik ve aşırı endişe nöbetlerinin ardından çeşitli taktikler geliştirmeye başladım. Sanırım çalışmak dediğimiz şey sürekli olarak taktikler geliştirip insanın kendini rahatlaması demek oluyor. Bu hafta "Anxiety" dersinde bu kavramı gündelik anlamıyla "nesnesi olmayan aşırı-heyecanlanma durumu" diye tanımlamıştım. Düşündükçe pek de doğru bir tanım olmadığını farkediyorum; nesnesi gayet var işte.

Taktiklerimden yararlanacak olanlara bir tavsiye: bir işe girişme paniğini yenmenin en etkili yolu, o işe hemen girişmektir. Küçük küçük, adım adım. Çok iş (okuma) karşısında yaşanan paniği yenmenin yolu ise, ruhhali ve konsantrasyon durumuna göre bir onu, sonra bir diğerini yapmak, mümkünse "neler yapacağım" listesi çıkarmakla zaman kaybetmemektir. Çeşitli telkinler de kullanıyorum her zamanki gibi. Mesela: "3 ay sonra dönem bitiyor." "Aralık'ın ortasında İstanbul'da olacağım." "Buraya okumaya geldim, etrafı izlemeye değil."

Olduğum yerde rahat olmanın büyük bir kısmı elbette fiziksel koşullarla ilgili. "Kendini evinde hissetme"ye en yakın şeyin, olduğum yeri kendime ait hissetmek olduğunu daha önce yazmıştım. Bunun için bir çöp kovasının ya da masa lambasının nasıl da gerekli şeylere dönüştüğünü örneklemiştim. Şimdi de oturup okuyabilmek için bir koltuğa ihtiyacım olduğunu farkettim çünkü sandalye tepesinde masada okumaya çalışmak, hele de bilgisayar önümde açıkken pek kolay olmuyor. Odam tekli bir koltuk ya da 2'li bir koltuk alacak kadar büyük. Kendimi koltukta ayaklarımı altıma almış lamba ışında okurken gözümde canlandırıyorum, bu da işte taktiklerimden biri. Çekici görünüyor ama henüz koltuk almanın, daha doğrusu ucuz yoldan eve getirtmenin yolunu bulamadım.

Diğer yandan sakinliğime bakıp gayet iyi durumda olduğumu söyleyenler olunca, koşulları algılamanın çok kişisel bir şey olduğunu ve bu algının şehirle ya da ortamla çok da birebir ilişkili olmadığını düşünüyorum. Freud'a saygılarımla. Bunu bana söyleyen kişi ilk geldiğinde tuttuğu evde eşya olmadığı için yerde yatmış ve ekmek arası muz yiyerek geçirmiş birkaç günü. Şimdi on yıldır burda yaşıyormuş gibi evi; tablolar, resimler, süs nesneleri. Kadın olduğunu eklememe gerek var mı? Kadınların mekanı çok az şeyle dönüştürebilme ve kendilerinin kılma becerilerine her zaman hayran kalmışımdır. Anneme sevgilerimle.

Buraya daha önce gelmiş olan yabancı öğrencilerden bir kısmı şehirden nefret ediyor, bir kısmı çok sıkıcı buluyor ve hepsi bir an önce evlerine dönmek için gün sayıyor. Bu insanların 20'lerinde olmadığını eklemem lazım. Diğer yandan "ev" algısı da değişiyor işte. Eve gittiklerinde orada da rahat etmediklerini de biliyorum oysa. Çünkü bıraktığından beri ev değişmiş oluyor, seni dışlıyor, ya da daha kötüsü, hiç değişmemiş oluyor. Tüm "ev" ve "eve-varış" düşünürlerine saygı duruşuyla bitirmek isterim bugün.

1 yorum:

Vedat dedi ki...

Şu ana dek senin yazdıkların arasında edebi rengi olmayan; düz yazı, denememsi, gözlemsi yazıların arasında dile en iyi oturan, en oturaklı yazı, bence. Tek bir dizgi hatası da nazarlığı olsun artık (ışık)