Pazar, Eylül 24, 2006

London endişeleri

Buraya gelen yabancı öğrencilerin her birinin farklı bir London algısı ve farklı bir yerleşme/yerleşememe patolojisi var. İlk haftalardaki sakinliğim ve herşeyi gözlemleme arzum, okulda aldığım derslerin yoğunluğu ve öğrencilerden beklentileri karşısında paniğe dönüştü. Birkaç gün nefes alamadım, oturup sokağı izlemekle geçirdim günlerimi. Bir yandan kendime "ne oluyor sana, gece onda okuldan çıkıp eve gidip ertesi günlerin okumalarını yapardın sen" diyordum. Hem bütün gün okulda olup gece derslerine kalıyordum, ve hatta bir dönem altı gün gidiyordum okula. Acıklıydı. Bitti. Yaptım.

Bu panik ve aşırı endişe nöbetlerinin ardından çeşitli taktikler geliştirmeye başladım. Sanırım çalışmak dediğimiz şey sürekli olarak taktikler geliştirip insanın kendini rahatlaması demek oluyor. Bu hafta "Anxiety" dersinde bu kavramı gündelik anlamıyla "nesnesi olmayan aşırı-heyecanlanma durumu" diye tanımlamıştım. Düşündükçe pek de doğru bir tanım olmadığını farkediyorum; nesnesi gayet var işte.

Taktiklerimden yararlanacak olanlara bir tavsiye: bir işe girişme paniğini yenmenin en etkili yolu, o işe hemen girişmektir. Küçük küçük, adım adım. Çok iş (okuma) karşısında yaşanan paniği yenmenin yolu ise, ruhhali ve konsantrasyon durumuna göre bir onu, sonra bir diğerini yapmak, mümkünse "neler yapacağım" listesi çıkarmakla zaman kaybetmemektir. Çeşitli telkinler de kullanıyorum her zamanki gibi. Mesela: "3 ay sonra dönem bitiyor." "Aralık'ın ortasında İstanbul'da olacağım." "Buraya okumaya geldim, etrafı izlemeye değil."

Olduğum yerde rahat olmanın büyük bir kısmı elbette fiziksel koşullarla ilgili. "Kendini evinde hissetme"ye en yakın şeyin, olduğum yeri kendime ait hissetmek olduğunu daha önce yazmıştım. Bunun için bir çöp kovasının ya da masa lambasının nasıl da gerekli şeylere dönüştüğünü örneklemiştim. Şimdi de oturup okuyabilmek için bir koltuğa ihtiyacım olduğunu farkettim çünkü sandalye tepesinde masada okumaya çalışmak, hele de bilgisayar önümde açıkken pek kolay olmuyor. Odam tekli bir koltuk ya da 2'li bir koltuk alacak kadar büyük. Kendimi koltukta ayaklarımı altıma almış lamba ışında okurken gözümde canlandırıyorum, bu da işte taktiklerimden biri. Çekici görünüyor ama henüz koltuk almanın, daha doğrusu ucuz yoldan eve getirtmenin yolunu bulamadım.

Diğer yandan sakinliğime bakıp gayet iyi durumda olduğumu söyleyenler olunca, koşulları algılamanın çok kişisel bir şey olduğunu ve bu algının şehirle ya da ortamla çok da birebir ilişkili olmadığını düşünüyorum. Freud'a saygılarımla. Bunu bana söyleyen kişi ilk geldiğinde tuttuğu evde eşya olmadığı için yerde yatmış ve ekmek arası muz yiyerek geçirmiş birkaç günü. Şimdi on yıldır burda yaşıyormuş gibi evi; tablolar, resimler, süs nesneleri. Kadın olduğunu eklememe gerek var mı? Kadınların mekanı çok az şeyle dönüştürebilme ve kendilerinin kılma becerilerine her zaman hayran kalmışımdır. Anneme sevgilerimle.

Buraya daha önce gelmiş olan yabancı öğrencilerden bir kısmı şehirden nefret ediyor, bir kısmı çok sıkıcı buluyor ve hepsi bir an önce evlerine dönmek için gün sayıyor. Bu insanların 20'lerinde olmadığını eklemem lazım. Diğer yandan "ev" algısı da değişiyor işte. Eve gittiklerinde orada da rahat etmediklerini de biliyorum oysa. Çünkü bıraktığından beri ev değişmiş oluyor, seni dışlıyor, ya da daha kötüsü, hiç değişmemiş oluyor. Tüm "ev" ve "eve-varış" düşünürlerine saygı duruşuyla bitirmek isterim bugün.

Cumartesi, Eylül 16, 2006

Burada serçeler bile tombul

Şişmanlık ya da burda obezitenin ne kadar yaygın olduğu üzerine yazmayacağım. Günlüğe koymak için ne sıkıcı bir konu, beslenme ve yaşama alışkanlıklarının karşılaştırılması, genetik varsayımlarda bulunma, vesaire vesaire. Sadece serçeler gözüme tombul göründüler, ben de bir gözlemimi paylaşıyorum. Üstelik günlük diye adlandırmakla birlikte bundan kastım günü gününe yazmak değil, gündelik şeyleri yazmak. Daha önceki kronolojik anlatımın bir yerden sonra çok sıkıcı olduğunu farkettim, diğer türlüsü ise bölük pörçük olacak. Belki de en iyisi ara başlıklar kullanmak.

Gündelik gözlemlerimden biri mesela ilk geldiğimde şehiriçi otobüs şoförlerinin şort giydikleriydi. Çoğu da gayet fiyakalı güneş gözlükleri takıyor, hala. Sonra Eylül ayının ilk pazartesi günü otobüs tarifeleri değişti, kış sezonuna girildi, daha doğrusu ana haberlere bile konu olan "Back to School" dönemine girildi ve şoförler pantalon giymeye başladılar. Böyle bir kıyafet düzeni var otobüslerde.

Gündelik olmanın yanısıra hergün gözlemlediğim bir şey de pek çok kişinin yolda, otobüste, koşarken, bisiklete binerken ipod ya da mp3 çalar dinliyor olduğu. Nasılsa sokakta birisiyle karşılaşma ya da kaldırımda giderken tetikte olma gereksinimi yok. Günün her saati kulaklıklarını takmış yalnız ya da köpekleriyle koşan, yalnız ya da köpekleriyle bisiklete binen, yalnız ya da köpekleriyle hızlı-yürüyüş (jogging de denir) yapan her yaştan insan görüyorum. Bu arada ben de bisiklete binme çaylaklığımı ara sokaklarda, iki tarafı çimen kaldırım bandında bisikletle dolaşarak aşmaya çalışıyorum, daha arabaların yanından gidecek kadar rahat olmadığım için dün okula bisikletle gitmekten vazgeçtim. Sonra akşam dönerken yanımdan seksen yaşında bir kadın geçti bisikletle ve kask da takmamıştı. Sinirlerim bozuldu biraz sanırım, haliyle. Neyse ki uzun sürmedi.

Bu hafta dersler başladı ve çok yorucu geçti, salı günü asistanlık yaptığım filme giriş dersinin film izleme seansının gece onda bittiğini o gün öğrendim, sabah dokuz buçuktaki bir dersin deneme sürüşünü yaptığım gün. Ertesi gün eve dönüşte sağanağa yakalandım. Otobüsten inip köşedeki markete sığındım ama yavaşlayacağa benzemiyordu. Bir süre bekleyip, bir süre de markette dolandıktan sonra şemsiyeme güvendim. Aynı köşedeki ışıklardan karşıya geçemeden pantalonum ıslanmıştı ve iki blok yürüyüp eve vardığımda duştan çıkmış gibiydim, evet şemsiyeyle. Ayakkabılarımın su geçirmez olduğu iddia ediliyor ama bu özelliği yol kenarından akan selden geçerek test ettiklerini sanmıyorum. Neyse ki eve gidiyorum dedim ama sırt çantamı açtığımda içinden avuçla sular çıkınca "welcome automn, welcome to London" diye şarkı söylemeye başladım. Çantamdaki cüzdan dahil herşey ıslanmıştı. Fermuarını tam kapamadığımdan şüpheleniyorum hala, ama hepsini tam kapamamış olamam. Dahası yarım saat sonra bölümdeki iki yoldaşla buluşmam gerekiyordu. Zaruretleri çantamdan çıkarıp kurtarmaya, şey, kurutmaya bıraktığımda buluşmayı iptal etmek için çok geçti, yağmur da hafiflemişti zaten.

Kültür şoku (bkz. ara başlık)
Yoldaşlardan biri arkadaşının dediğini alıntıladı "Kültür şoku yaşamadım diyen yalan söylüyordur." Ne menem bişey olduğunu, neden acaba yaşamadığımı düşünürken bu hafta önce yorgunluktan olduğunu düşündüğüm ama sonra sadece onla kalmadığını farkettiğim "dili duyma eşiği" diyeceğim şeyi iyice farkettim. Başka bir dildeki konuşmaları anlamak için daha sesli duyma gereksinimi diye açayım. Mesela etrafımdaki ingilizce fısıltıları, yani fiskosları anlamamak dışında, dinlemediğimi de farkettim. Televizyonu normalden daha sesli dinleme ihtiyacı duyuyorum. Sonra kalabalık bir yerde etrafımdaki konuşmalar birbirine karışınca Çince gibi gelmeye başlıyorlar, herhangi birini seçmiyor algım. Algıda seçicisizlik. Hepsi aynı düzlemde ve aynı uzaklıkta. Tam da bu nedenle bu hafta dersime girdiğimde öğrencilerin beni anlamayacaklarını düşünmüşüm, sonra anladıklarını görünce de epey şaşırmıştım.

Ana başlığa atıfta bulunan ara başlık
Etrafımda gördüğüm insanların çoğu benzer toplumsal sınıftan ve 20lerinde olduklarından Kanada'da obeziteye dair fikir yürütmem saçma olur. Ama görmeye alışık olmadığım bir beden biçimi var: Obez olsun olmasın, genç yaşlı, ama özellikle gençlerde daha belirgin olan, beline cansimidi takmış görünümü çok yaygın. Yani armut biçimi falan değil, kum saatinin tam tersi. Üst beden ve kalçadan aşağısı ince, yani normal boyutlarda, belde ise şişirilmiş izlenimi veren bir katman, kütle. Kastettiğim göbek falan değil, gayet bel simidi. Hani torsodan kilo alanlar vardır, o da değil. İlk gördüğümde bakakalmıştım, kendimi çok zorladım bakmamaya. Sonra gençlerde de daha küçük ölçekli de olsa benzer bir durumun olduğunu görüp, nedenlerini araştırmayı daha sonraki bir zamana erteledim.

Günlük yazarken ve gündelik gözlemlerimi aktarırken buradakilere "yerli" muamelesi yaptığımı farkettim ama sonra bunun ironisinin eğlenceli olduğuna karar verdim. Farklı kültürlerde patates kızartmasının nasıl yenildiğine dair daha fazla bilgi için bkz: Pulp Fiction.
ps: Burada her şeye ketçap konuluyor.

Çarşamba, Eylül 06, 2006

London bi ri ki: Alışveriş

Alışveriş yapmanın yapılacak en eğlenceli şey olduğu bir şehir düşünün. Burada gidilebilecek en büyük ve düzenli iç mekanlar büyük marketler, ve büyük derken kesinlikle "büyük" kastediyorum; herşeyin küçüğü güzeldir dedirten bir büyüklük. Şu yeryüzünde neler de yapıyorlar seyirliği. Diğer taraftan da isteyince aynı anda nelere ulaşılabileceğini görmenin tatmini. Bir tür ön sevişme.

Son bir hafta içinde altıdan fazla kocaman markete girdim, son iki gün içinde üç. Her seferinde koridorlar arasında gezmek ve sadece neler olduğuna bakmak bile çok uzun sürüyor ve dolayısıyla bugün epey bir yoruldum. Raflardaki şeylere aval aval bakıyorum, aynı şeyden on marka oluyor, on markada da üç dört farklı türü. Dolayısıyla tam birini almışken yanındakileri farkediyorum, onların fiyatlarına bakıyorum, sonra bir yandakileri farkediyorum, ve kapitalist düzende her müşteri akıllı olmalı ve iyi hesap yapmalı düsturunu kanıtlarcasına her bir marka farklı gramajda, veya katkı madde oranları farklı. Saatlerimi market raflarına bakarak geçirmek istemememe rağmen, nelerin olduğunu en azından görmek gerektiğini düşündüm.

Zaman konusunda haftasonu şanslıydım. İstanbul'dan arkadaşların burda matematikte post-doc yapan arkadaşıyla bizim carrefour ayarında ama daha ucuzca olan bir markete gittik. Kıyafetten banyo aksesuarlarına kadar evde kullanılan herşeyin olduğu bir yer. Aslında yine matematikten ve yine Türk olan arkadaşını götürüyordu, beni de yolda aldılar. Neyse ki hazırlıklıydım, fırsatım olursa almak istediğim şeylerin bir listesini yapmıştım. (Liste canavarı oldum son bir senede.) Listeyi arka cebime koyup dolaşmaya başladık. Post-doc matematik benle dolaşmıyor olsaydı listemdekileri bulup seçmem kaç saat alırdı kestiremiyorum. Odama biri ayaklı biri masaya iki lamba, kahve makinesi, iki yastık, askılık, çöp kovası gibi şeyler yanında çok az da besin aldım. Diğer post-doc buluşma yerine sözleştiğimiz saatten 40 dakika sonra geldi, çok özür dileyerek.

Dün gece evsahibim Tara yiyecek birşeyler almak için alışverişe gideceğini söyledi ve beni yine çok ucuz ve büyük başka bir yere götürdü. Geçen sefer pek de yiyecek birşey almadığımdan ve kışın da yaklaştığını, mesela insanın arada çorba neyin canının çekeceğini düşünerek, ama sürekli fiyatlara bakarak, kimi zaman "bu nedir" ya da "bu hazır mı pişiriyor musun" gibi sorular sorarak dolaştık. Tara defalarca, dolaşmaktan keyif aldığını söyleyerek beni rahatlattı. Eve geldiğimizde aradan saatler geçmişti.

Lambalar, bol ışık, kendime ait çöp kovası (insan odasında çöp kovasına ihtiyaç duyacağını hiç aklına getirmiyor ne tuhaf, oysa elinde bir çöp olduğunda her seferinde mutfağa çöpe gitmek ne eziyet!) ve işte kendimi evimde hissettirecek ... evinde ne demekse, mekanı kendimin hissettirecek ve orda rahat etmemi sağlayacak şeyler. Nesnelere bağımlılığımız böyle durumlarda daha belirginleşiyor, mesela tatile çıkarken, mesela taşınırken, mesela birşeyleri artık atmaya karar verdiğimizde. Ve elbette bir de terlik! Tüm amaçlarıma aynı anda hitap eden, hem kışa hazırlık, hem kendimi rahat hissetme, işte ne saydıysam: içi muflonlu, aslında sokakta giymek için tasarlanmış çok rahat süet bir ayakkabı. O kadar rahat ki sokakta da giymek istiyorum ama burda ne zaman yağmur yağacağı belli olmuyor.

Mesela bugün sabah bulut yoktu, okula vardığımda sağanak oldu belki yirmi dakika kadar, sonra güneş açtı ve yağmur sonrası yaptığı gibi çok sıcak oldu. Öğleden sonra hava kararıp kocaman dolu taneleri yağdı, sonrasında da bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Biz o sırada Tara'yla birazdan anlatacağım marketteydik ve arabada köpek olduğu için camları aralık bırakmıştık. Yağmurda arabaya gidemedik, işimizi bitirip belki bir saat sonra arabaya döndüğümüzde koltuklar ıslanmıştı ve hala dolu taneleri erimemişti. Altımıza naylon torba yayıp oturduk. Bu arada, hava durumuna geçmişken, Eylül ortasından yaklaşık Ekim sonuna kadar burda kasırga mevsimiymiş. Yağmur sağanakları ise olağan bir şey, söz etmeye değmez. Şehir bu kadar yeşil nasıl oluyor sanıyorsunuz.

Bugün Tara'nın beni götürdükleri yerler "artık aşmışsınız" dedirten cinstendi. Hani İstanbul'un çeşitli yerlerinde açılan HerŞeyBirMilyon dükkanları var ya, burada onun adı Dolarama, ve herşey bir dolar, daha pahalı asla bir şey yok, sadece daha ucuz şeylerin fiyat etiketlerini koyuyorlar. Ve bu söylediğim yer orta boy Migros büyüklüğünde ve insanın aklına gelmeyecek, bunu acaba nerden bulurum diyeceği türden şeylerle dolu. Yiyecek çok az şey vardı ama ülker susamlı çubuk ve rulokat vardı, dayanamayıp rulokat aldım.

Ordan çıktığımızda arabada kenarından yırttığımız naylon torbaların üzerinde oturuyorduk, ve aslında tam da güne yakışır bir halimiz vardı. Arka koltukta oturan Isis'in halinden, bizi saatlerce beklemekten en ufak bir şikayeti yok gibi görünüyordu. Yeter ki bizimle olsun, arabada olsun, dolaşsın. (Isis dişi olan Sheepdog'un adı; St. Bernard'ın adı Adonis, kedinin ise Moses). Yakın olduğu için Tara dayanamayıp beni başka bir yere götürdü; alışveriş çılgını olduğunu zaten çoktan itiraf etmişti ve benim de pek aşağı kalır yanım olmadığı gördüğünden keyfi yerindeydi. Burası da ana mağazaların satamadığı şeyleri satan gene büyük bir yerdi, bir kısmında yatak odası takımı, koltuk takımı gibi şeylerin olduğu mobilya bölümü, gerisinde ise best-seller kitaplardan sabuna, örtüden muma, ve yine çok az yiyeceğin olduğu bir yerdi. Tara yeni yatakodası takımını buradan almış, aynısından iki tane daha vardı. Buraya bakan ve Tara'yı buradan tanıyan adam tıknak, göbekli ve sakallı bir adamdı (isimleri hemen unutuyorum her zamanki gibi, belki daha çabuk). Adamla konuştukça adama "Amca" diyesim geldi, insan birinin yanında bu kadar mı rahat ve aileden hisseder, üstelik ilk saniyeden itibaren, üstelik ben! Amcama İstanbulu dolaşmak için en az bir hafta, en iyisi on gün gerektiğini söyledikten sonra yanından ayrıldığımızda kesin akdenizli veya balkanlı olduğuna hükmettim.

İçerisi daha çok raflı bir bit pazarını andırıyordu, insanda herşeyi karıştırma ve elleme gereksinimi uyandıran türden. Burda 100'lük deste halinde kaliteli kağıt ile post-it bulduğuma sevindim, ayrıca yine mekanı kendileştirmek için mum almam ise tamamen alışveriş çılgınlığına kendimi kaptırıp, nasıl da bazı şeylere gereksinimim olduğuna kendimi inandırıp hatta ikna edip, hemen ardından, artık eve dönsek çok iyi olur, yorulduk da üstelik ve acıktım da, bir de saç kurutucu bulsaydım iyi olurdu, şu krakerlerden ister misin ...

Zor ve yorucu bir gündü. Alışveriş günün sadece yorucu olan kısmıydı.

Pazartesi, Eylül 04, 2006

Yaşamsal Durumlar: 2. gün

Şimdi kaldığım evin nasıl bir yer olduğunu, neye ne kadar para ödediğimi, mesela burda klasik bir kahvenin ne kadar olduğuna dair arkadaşlardan gelen sorulardan dolayı gözlemlerimi daha sonraya bırakarak yaşamsal konulara geçiyorum. Ha, bir de, günlüğü günü gününe tutmamanın cezaları.

İlk gün ev aramadan önce okula gidip bölüm sekreterine kendimi tanıtmanın iyi bir fikir olduğuna vardım. Bir de kayıt olmak için götürmem belgeler de vardı. Bölüm sekreteri tahminimden genç biriydi ve tanrım burada bütün gün oturmak için fazla genç ve güzeldi. Okulda yapmam gereken tek iş fakülteye uğrayıp diplomamı vermem gibi görünüyordu. Günün geri kalanında not aldığım ev ilanlarının sahiplerini arayabilmek için bir telefon hattı edinmek ve daha da önemlisi, telefonumun şarjı bittiğinden, şarj ya da burda kullanılan prize dönüştürücü almam gerekiyordu. Genç ve güzelce (kısaca gg) sekreterimiz bana okula çok yakın bir alışveriş merkezi tarif etti, otobüs hatlarının gösterildiği şehir haritasını almış olduğumu sorup olumlu yanıt aldı benden ve kampüsün haritasını, yanımda olmadığı için printerdan bastı. Evet, okul o kadar büyük bir alana yayılmış ki, ve bir sürü bina var, yürürüm karşıma çıkar diye bir şey söz konusu değil. Linkte göreceksiniz, kampüsün Richmond caddesi üzerindeki kapısından ortalarındaki binaya yürümem 15 dakikadan fazla aldı.

Fakülteye gidip diplomamı ve pasaportumu gösterdim, o kadar. Ne fotokopi verdim ne de diplomamı bıraktım. Göçmen bürosunda da herhangi bir fotokopi almamışlardı, benden çok çalışanlarına güveniyorlar diye düşünmeye başladım. Kadın belgelerime baktı, ekrandakiyle kontrol etti, artık kayıtlısınız dedi ve beni kayıt işlerine yolladı. Kayıt işlerinde yeni dönem nedeniyle gelenlere yardımcı olan iki çalışan öğrenci vardı, işlerini çok ciddiye alıyorlardı. Adım kimliğe yanlış basıldığı için iki kere kuyruğa girmem gerekti ve yeni olduğumu söylememe rağmen hangi formları doldurmam gerektiğini söylemediler. Kuyrukta beklerken tesadüfen öğrenip ikinci sefer zaten kuyruğa girmişken onu da hallettim.

Kampüs içinden otobüsle alışveriş merkezinin olduğu yere gidip herkesin indiği yerde indim, etrafta bir sürü bağımsız bina şeklinde dükkanlar vardı, ama alışveriş merkezine benzer bir yer görünmüyordu. "Mall" dedikleri şeyin burda bir arada bir sürü mağaza mı olduğu, yoksa bir sürü mağazanın olduğu bir bina mı olduğunu merak ederek yürümeye başladım. Bir 15 dakika sonra vazgeçecekken kapısını gördüm. Sanırım her ikisi birdendi. İlk iş bir telefon hattı almaktı, telefon şirketlerinin dükkanların etrafında köpekbalığı gibi turlar attıktan sonra birindeki genç çocuk yardımcı olabileceğini söyleyince, bana farklı telefon planlarını anlatmaya başladı. Epeyce uzun soru-yanıttan sonra broşürleri alıp düşüneceğimi söyledim. Sonra reklamlarını ve görsellerini beğenmediğim daha yaygın olan şirketin dükkanına girdim, içerisi kalabalıktı. Planlarını anlatan adam nereyi aracağımı sorunca söyledim, o da Makedonmuş. Burda insanlar ülke isimlerini duyduklarında belli bir tavır ya da yüz takınmıyorlar, en azından şimdiye kadar olumsuz bir yüz ifadesi görmedim. Ordan çıkıp ilk uğradığım dükkana gidip bir cep telefonu hattı aldım. Burdaki sıcakkanlı ve konuşkan çocuğa
nerde dönüştürücü bulabileceğimi sordum, söyledi. Kendi de geldiğinde bir sürü dönüştürücü almak zorunda kalmış, o da Ürdün'den gelmiş.

Telefon ve elektrik işlerini halledip, kahvenin yanında krosan yedikten sonra otobüsle pansiyona döndüm. Gece yemek için şehir merkezine ya da burada dendiği şekliyle "downtown"a yürüdüm ve burada öğrenci olan birinin tavsiye ettiği italyan restoranını buldum. Bulmam zor olmadı çünkü aynı cadde üzerindeydi ve odadan çıkarken yemek yiyebileceğim yerlere internetten bakıp adreslerini almıştım. Makarnaya o kadar malzeme katmışlardı ki, çok ağır olmuştu, bitiremedim. 4-5 kere bir bahaneyle masaya uğrayan garson "paket yapmamı ister misiniz?" diye sordu. Kendimi zorlayıp yemiştim zaten ve bu kadar ağır bir yemeği bir de eve götürmek düşüncesi tuhaf geldi. Odama döndüğümde ev ilanlarına bakacaktım ama yorgunluktan bayıldım.


Ertesi gün yine okula gidip yapabileceğim bir şey var mı diye baktım. İstanbuldan yakın arkadaşımın yakın bir arkadaşı ile tanıştım, Matematikte post-doc yapıyordu, birlikte öğlen yemeği yedik. Ev bakabileceğim bölgeleri söyledi. Sonra aynı bölümden gayet konuşkan Hintli bir arkadaşı da bize katıldı, konuşma ilerledikçe buluştuğum arkadaşın-arkadaşı-benim-de-arkadaşımdır rahatladı ve ev bulamazsam onda kalabileceğimi söyledi. Bu büyük bir rahatlamaydı benim için çünkü pansiyon sahibi günde iki kere ne kadar kalacağımı soruyordu, "o gün de kalacak mıydım". Kadına perşembeye kadar burdayım dedim, haftasonuna başkaları gelecekmiş.

Okuldan pansiyona dönüp yeni telefonumla ilanları aramaya başladım. En azından elimdekilerden başlayabilirdim, sonra internette yeni ilanlara bakabilir, ev ilanları gazetelerini tarayabilirim diye düşündüm. Telefonla ulaştığım insanlardan biriyle randevulaştık, daha sonra diğeri de bana 7'de birinin geleceğini ondan önce gelmemi söyledi. Bu sonuncusuyla İstanbul'dan yazışmıştım ve iki büyük köpeği olduğu için heyecanlanmıştım. Her iki yeri de haritada kontrol edip nerden gideceğime ve yürümenin ne kadar süreceğine baktım.

İlk ev, çalışan 20'lerinde genç bir kadınındı. Kendisi bodrumda yaşıyordu, üstteki 4 odayı da tek tek kiraya veriyordu, odalar giriş katında olmalarına rağmen karanlıktı ve döşemeler eskiydi. Oda tutacak ilk kişi olacaktım ve diğerlerinin kim olacağını haliyle belli değildi. Evde herhangi bir mobilya yoktu. Kadına başkalarıyla kalacaksam yaşı büyük yükseklisans öğrencileyle kalmayı tercih ettiğimi söyleyip teşekkür ettim.

Diğer eve varmam on dakika almadı, evde tamirat, odada boya badana vardı. Evsahibi Tara sıcakkanlı ve konuşkan biriydi, maillerinden tahmin ettiğim gibi rahat biri. İlk görmek istediğim ev burasıydı ve oda henüz boyandığı halde büyük ve ferah görünüyordu. Tara ile sohbet etmeye başladık ve odayı isteyen diğer kişinin belgelerle 7'de geleceğini söyledi. Yani o gelene kadar karar vermem için bir saatim vardı oysa burası fiziksel olarak gördüğüm ikinci evdi. Birkaç yer daha bakmak istiyordum, en azından listemdekileri. Başka yerler görünce daha iyi karar verebileceğime dair bir his daima vardır, olasılıkların tümünü bilmek ister insan. Diğer yandan da 20 küsür eve baksam da dönüp dolaşıp burda karar kılacak olmanın da salakça olduğunu aklımdan geçiriyordum. Tara ve şu anda odayı boyamakta olan daha genç ev arkadaşı Tyra sakin ve rahat insanlara benziyorlardı ve onlarla sohbet doğal bir şekilde akıyordu. Ve elbette köpekler. Kocaman aklıbaşında erkek bir St. Bernard ve dişi bir English Sheepdog. Tara beni sevdiğini söyleyip kirayı benim için biraz düşürmesine rağmen başka yerlere de bakmam gerektiğini ekledi, bu arada arka taraftaki sundurmayı inşa eden eski erkek arkadaşı emlakçılık da yapıyordu ve elindeki yerleri görmem için beni birkaçına götürdüler. Öğrenci evi dedikleri şey her yerde çok farklı değil anlaşılan. Uyanık evsahipleri de öyle. Çok odalı olsun diye öğrencilere kiralayacakları evleri bir sürü tabut gibi odaya bölüyorlar.

Biz sohbet ederken odanın diğer taliplisi olan çocuk geldi ve evde dolaştı biraz. Tara kağıtlarında bir eksiklik olduğunu söyleyerek ertesi gün gelmesi için yolladı çocuğu, oysa derdi odayı benim tutmamdı. Seçeneklerimi görmüş olmasam da gördüğüm ilanlardan ve buraya daha önce gelmiş olanların anlattıklarından çıkardığım, ya bilmediğim insanlarla bir öğrenci evinde oda tutucağım, ya tek başıma yaşayacağım bir stüdyo tutucağım, ya da on gün bekleyip beraber taşınabileceğim insanlarla taşınmayı bekleyeceğim. Kendi başıma yaşayabilmek için de bir ev kurmam gerekiyordu ve o para bende kesinlikle yoktu. Bir aile yanında oturmak da tanımadığım parti delisi öğrencilerle yaşamak kadar kötü görünüyordu; bir başkasının düzenine eklemlenmek istemediğim için. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, tüm konforuna rağmen kaldığım pansiyondaki durgun temizlik kokusu yerine bu köpek kokusunu tercih ettiğimi farkettim. En önemlisi iki kadın da güleryüzlüydü, bilmeyenlere bir şey ifade etmeyebilir ama Nova Scotia'lıların çok sıcak insanlar olduğunu duydum sonradan. Yaklaşık 3 saat sonra hala evdeydim ve kendimi çok rahat hissediyordum. "Tamam tutuyorum" dedim, çılgıncaydı, çok heyecanlıydı, son ayın maaşını (bizim orda buna depozito da denir) ödeyip kontratı imzaladım. Ve pansiyonuma oda bulmuş biri olarak döndüm.

Bed & Breakfast: London'daki ilk odam

London'da kaldığım ilk yer, evsahibesi kadının kendi evinde üst kattaki odaları çoğunlukla günlük nadiren de aylık kiraladığı, çok temiz ve düzenli bir evdi. Kadın yıllarca Toronto'da yaşayıp çalıştıktan sonra emekli olunca London'a gelmiş. Sonradan duyduğuma göre London emeklilerin daha düzenli, güvenli ve sessiz olduğu için tercih ettikleri bir şehirmiş. İki koca bavul ve iki el çantası ile içeri girdikten sonra kadın dehşetle "bavulları yukarı taşımamı istiyor musun" diye sordu. O kadar yoldan sonra elbette bavulları kendim taşıyabilirdim, o da ne ki, taşımasını beklemiyordum, ama soruşunda çok acıklı bir ton vardı. Üst katta odamı gösterdi, ortasında çift yatak olan bolca şifonyerli büyükçe bir odaydı; duvar kağıtlarından yatağın üstündeki süs yastıklarına herşey fazlasıyla uyumlu ve temizdi. Bu kattaki banyo, diğer odaları kullananlarla ortak kullanılıyordu. Banyo da gayet ferah ve etrafta kullanıma sunulmuş şampuan, tek kullanımlık diş fırçalama sonrası çalkalama bardağı gibi insana refah ülkesinde olduğunu anımsatan nesnelerle doluydu.

Bavullarımı yatağın kenarına sıraladıktan sonra kadın nazik bir şekilde bir şey içmek isteyip istemediğimi sordu, yığılacak kadar yorgun olmama rağmen sıcak bir şey, olabilirse kahve istedim, kadın kahvenin yanında peynir, kraker ve dilimlenmiş meyveden oluşmuş bir tabakla geldi. Müteşekkür olmanın çeşitli ifadelerini arasam da krakerleri gevelerken boş bir suratla kadına bakıp sorularını yanıtlamakla yetindim. Gözlerim açık uyuyor gibiydim sanırım az sonra kadın "yat istersen" diye uyardı, oysa saat anca gecenin onu olmuştu. Odama çıktığımda soyunup temiz kokan yatağın içine girip sızdım.

Gece bir ara dörtte uyandım, diğer odalarda kalanlardan biri banyoya gitmişti, uyanmaya sinirlendim, o kadar yorgundum ki yeniden uyumak bile zordu. Sabah kahve kokusuyla uyandım ve burda kaldığım dört gecenin her sabahında olduğu gibi meyve salatalı, omletli mükellef bir kahvaltı önüme kondu. Bu kadar çok yenmesini abartılı bulmakla birlikte ve kim sabah sabah hem meyve yiyip hem de yumurtalı, reçelli ekmekli kahvaltı ediyordur diye merak ediyorum. Son gün, tabakta üzerine çilek dilimleri serpilmiş kocaman bir dilim kavun görünce dayanamadım, meyveyi yemeyeceğimi söyledim. Üzüldü kadın. Kendisi kahve dışında kahvaltı etmiyor oysa ki.

Evin her tarafında yer döşemesi inanılmaz gıcırdıyordu. Yani tahta merdivenlerin, veya parkelerin oynamasından dolayı yerlerin gıcırdamasını bilirim de, burda denedim, adım atmazken bile ağırlığımı bir ayaktan diğerine alırken ya da ayağımı oynattığımda dahi yerler gıcırdıyordu. Diğer evler de böyleyse, bu evlerde yaşamın nasıl geçtiğine şaşırdım. Zaten kimse beni farketmesin diye bir takıntım vardır, daha doğrusu kimseyi rahatsız etmeme özeninden kimi zaman saçmaladığım da olur, bu gıcırdayan evde herkese ilan etmeden hareket etmenin bir yolu yok. Baktığım bazı ev ilanlarında neden "izolasyonlu tavan" dendiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Öğrenci evlerini düşünmek bile istemiyorum. Elbette bu evler aile evleri olarak yapılmışlar, apartmanlardaki gibi ses izolasyonu gereksinimi düşünülmemiştir. Şehrin güneyinde evlerin birbirine çok yakın olduğu yerlerde duvarlarını birleştirmeyip, arka tarafa geçen koridorlar bırakmışlardı. Her ev bir insan gibi, birbirlerine özenle müdahale etmiyorlar.

İlk sabah evsahibesinin hazırladığı zengin kahvaltıyı yedikten sonra yeni şehri tanımak için yeterli enerjiyi almıştım. Odama çıkıp artık ihtiyacım olmayan, eski şehre ait şeyleri el altından kaldırıp harita, yapılacaklar listesi gibi şeyleri çantamın ön gözüne koydum ve yıkanmak üzere banyoya yollandım. İçli dışlı banyo perdesini açtığımda yüksek sesle gülmemek için kendimi zor tuttum. Sıcak ve soğuk musluklar ayrı olmaktan başka, duş ve normal musluk için de ayrı kollar vardı, ve kollar artı, ya da haç şeklindeydi. Bu durumlarda çok söz yerine bir fotoğraf herşeyi anlatıyor:

Cumartesi, Eylül 02, 2006

Toronto'dan London'a: İlk İzlenimler

Sonradan her yerde karşıma çıkacak olan, kahve, kurabiye ve muffin sunan ve ucuz olan Tim Hurton'da (Toronto'ya gelen uçakta yanımda oturan 60'larındaki İsviçreli kadın bana bu zinciri anlatmaya çalışıyordu, ben Team'li birşey anlamıştım, kadınla fransızca konuştum işte çatpat) kahve içip blueberry'li muffin yedikten ve bir önceki yazıyı gelişigüzel döktürdükten sonra otobüs terminaline geri döndüm. Bavullarımı el arabasına yükledikten sonra 4:30 arabasına bana yer olmadığı anlaşıldığından elimdeki rezervasyon biletini gerçek biletle değiştirmek için yeniden gişeye gitmiştim. Gişede duran ve farklı işler yapan ama şu anda işleri olmadığından aralarında sohbet eden iki kadın, bir erkek, iki zenci, bir beyaz "gerçek bilet" istememe çok güldüler, ben de bir yere gidip kahve içmek istediğimi söyledim, sonra sohbet yolculuğumun uzunluğuna ve nereden geldiğime, adamın istanbula gitmiş olmasına evrildi. Oldukça sıkıcı bir işleri var, farklı yerlerden gelen insanlarla konuşabilmek işlerinin en eğlenceli yanı sanırım.

Otobüs, büyük şehirlerararası otobüslerdendi, sürücüsü de 50'lerinde, beyaz saçlı, takım elbiseli ve kalın sesli bir kadındı. Otobüsün bi de muavini vardı, o da aynı yaşlarda, şortluydu ve işi yol üstünde inecek yolcuları ayarlamak ve herkesin doğru yerde inmesini ve mesela taksi bulabilmelerini sağlamaktı. En ön koltukta oturduğum için muavinin yanında oturmuş oldum ve adam yol boyunca kitap okudu. Toronto'nun içini fazla göremedim ama iki şehir arası düzlük yemyeşildi. Yeşilin tok açık tonu insanı şaşırtıyor; sık ormanlık yok ama yemyeşil tarlalar veya boş alanlar var ve onun dışında kalan yerler hep büyük ağaç öbekleri. Ve bu manzara 2 saat boyunca hiç değişmiyor.

Toronto'dan çıkarken bir ara 4-4-4-4 şeklinde sıralanmış 16 şeritli bir yoldan geçtik, toprağın bu kadar büyük olması ve bu kadar genişçe kullanılmış olması eski kıtadan gelmiş birisinde şaşkınlık yaratıyor.

London'a vardığımızda karanlık olmuştu ve muavin benden Richard için de taksi çağırmamı istedi. Muavin yeni olduğumu biliyordu ve ona nasıl taksi bulabileceğimi sormuştum. Richard neden kendi istemiyor acaba diye merak ettim. Gayet sağlıklı dinç bir adam gibi görünüyordu göz ucuyla baktığımda. İstasyonda taksi durağının telefonunu açıp 3 taksi istedim, bir kadın da istemişti. Geriye döndüğümde Richard bavullarını tarif ediyordu, "üzerinde adım yazıyor" diyordu. Epey uzun boylu, yapılıydı, yanında "Seeing eye" bir kurt köpeği vardı. Otobüs şoförü yanıma gelip "ne kadar uysal bir köpek değil mi, yolda gıkı bile çıkmadı" dedi.

Taksi şoförü beni kalacağım pansiyonda bıraktığında doğru adreste olduğumu biliyordum ama buranın gerçekten bir pansiyon olduğuna emin olamadım, herhangi bir isim ya da tabela yoktu. Çekingenliğim karşısında yeni şehre vardığımı bilen şoför kapıyı kendi çalmaya teşebbüs etti, ev sahibesi kapıyı açtığında ikimize şaşkın bir yüzle bakıyordu, acaba iki kişi birden mi kalacak diye düşünüyormuş meğer sonradan söylediğine göre. Pansiyona vardığımda o yorgunlukla bavullarımı üst kattaki odama nasıl çıkarmışım bilmiyorum, sonra indirdiğimde buna çok şaşırdım.

Cuma, Eylül 01, 2006

27 Ağustos 2006 Toronto Havaalanı

Yorgun olunca düşüncelerimin kuyruklarından tutamıyorum, ordan oraya. Bir aydınlık keşif sonrasında en ufak bir izi kalmıyor geriye, iki üç cümle sonra.

Bugün olanları anlatacaktım ve nasıl anlattığıma göre komik olacaktı. Çok da acıklı bir durum oysa henüz. Ama yorgunluğumu anlamlı kılabilmenin yolu, bugün başımdan geçenleri anlatıp kendimi eğlendirmek.

Mesela göçmen dairesi memurun belli bir açıdan bakıldığında çok hoş görünen bir genç olduğunu, başka bir açıdan da The Wall'da oynayan, kaşları traşlanmış Bob Geldof'u andırdığını anlatabilirdim. Bu kesinlikle bugün olanların en önemlilerinden biri, bir üçüncü ülkede okuma ve okulda çalışma (yani para kazanma) izni aldım ve üzerine damga bile vurulmasına gerek duyulmadığından tertemiz isviçre pasaportumun bir sayfası üzerine izin katlanıp zımbalandı.

Ordan çıktıktan sonra bavulları almaya indiğimde bavullarımın döndüğünü gördüm, onları koyacak el arabası bakındım, taa uzakta vardı, ingilizce bilmeyen bir zenci kadın sürdüğüm şeyi almak istedi, bıraktım alsın diye, ama o da nasıl alacağını bilmiyormuş. Para ödeniyormuş, 2 dolar yazıyordu, orada birikmiş olan hiçbirimizde 2 dolar, ya da bozukluk var gibi görünmüyordu, boş boş birbirimize baktık bir süre.

Biraz önce "asla bunlara kalmam dediğim, üzerinde 2 bavul 10 $ yazan adamlardan birine el edince hemen koşturdu yanımda bitti. Pazarlık ettik, beni otobüs terminaline bırakacaktı, parayı da çıkıştaki kadına vermeliymişim. Çantalarımı aldı, dediklerini hiç anlamıyordum, ama aldıkları iş üzerinden kazanıyorlarmış gibi geldi bana. Yüzde kaç diye sordum, on bile etmez dedi, ama biraz önce on dolar ödediğim ve karşılığında makbuz veren kadın, otobüse kadar götürdüğü için cömert bir bahşiş vermemi ısrarla belirtmişti. O yüzden adamın söylediğine güvenebileceğimi sanmıyorum.

Adam beni otobüs terminali Robert Q'nun orda bok gibi bırakınca ve 4:30 otobüsünde yer olmadığını öğrendiğimde çoktan ter içinde kalmıştım. Susuzluktan ölüyordum, çantaları taşıyabileceğim bir el arabası yoktu ve 6 15 otobüsüne 2 saat vardı. Çantayı bırakıp su almak üzere 5 kocaman bavulları olan muhtemelen orta doğulu genç çiftin şu anda herhalde tuvalete gitmiş olan sevgilisini yalnız bekleyen kadına derdimi anlattım, merak etmemesini, 15 dakikada döneceğimi söyledim.

Allahın koskoca havaalanında, o kadar büyük ki, yakınlarda su alacak yer göremiyordum. Bavullarla dolaşıp oturacak bir yer bulmalı, derken su yerine iki doları, aslında ilk yapmam gerektiği gibi bir yerde bozdurarak el arabası almaya karar verdim. Etrafıma bakınırken boş bir el arabası buldum, sahibi olabilecek biri görünmüyordu ortalıkta. Mutlulukla, ve deminki kazıklanmanın acısını çıkara çıkara el arabasını, demin on dolar bayıldığım adamın izlediği yoldan devasa asansörle bavullarımın yanına indirip, zavallı kızı yükümlülüğümden kurtardım. Su almak ve belki de oturup kahve içecek bir yer bulmak üzere geldiğim kata geri dönüp yürümeye başladıkça, sırtımda ter, boğazımda susuzluk, eşşek yükü gibi koskoca çantaları olan tek salağın ben olduğuma dair bir hezeyan üstüme çullandı. Dolandığım yer uluslararası hatlardan gelenlerin karşılandığı çıkış kapısıydı ve haliyle karşılamaya gelenlerin bavulu falan yoktu.