Salı, Ekim 31, 2006

Yaprak Kuramı

Bugün betondaki yaprak izlerini yakından inceledim. 50 santim kadar. Teorim şu: Dökülen yapraklar arada atıştıran yağmurdan veya yağmur yağmamışsa gece ve sabaha karşı inen çiğden ıslanıyorlar ve havadaki nem oranı % 80-90 civarında olduğundan kızarıp dökülmüş yaprakların yere değen tarafları kurumuyor. Sabah geçen yaprak temizleme aracı kaldırımdaki yaprakları süpürüp gövdesine almasına rağmen, bir zaman etrafı şenlendiren çeşitli şekillerdeki ve büyüklükteki yaprakların izleri betonda kalmaya ve benim seyrime tabii olmayı böylelikle sürdürüyor. Burdaki betonun çevreye duyarlı hangi malzemeyle yapıldığını, suyu emmek için özel olarak tasarlanıp tasarlanmadığını incelemedim. Bununla birlikte doğanın sanat eserlerine insan eli değdiğine dair duyumlar aldım.
İşte, bir Halloween de böyle geçti.

sn: peki ama başlıkta "kuram" kelimesini kullanmıştım, neden sonra "teori" demişim? Dilimizin zenginliğini göstermek için. Sabaha öğrencilerinin sınavlarını okuyacak biri için geyik kapasitem gözlerimi yaşartıyor.

Pazar, Ekim 29, 2006

Yaprak Süpürgesi

"Bugün yaprak aspiratörü gördüm." Ve işte cümle içinde kullandım. Arkasına torba takılan bir sopaya benziyor, yaprakları torbaya çekiyor. Saatte 50 km ye varan bir rüzgarda ne kadar akıllıca kullanmak bilmiyorum. İşe yaramışa benziyor ama, o evin çimlerinin yeşili ortaya çıktı. Burda ön taraflarında 20 metre kare, arka taraflarında da hemen hemen aynı büyüklükte bir yeşil alana sahip evlerin her birinde çim biçme makinesi olmasına hala gülüyorum. Bir de buna yaprak süpürgesini ekleyin.

Kendine yeten haneler.

Sonra saymaya başlıyorum (İstanbul'da otoyolda gece giderken ışıkları yanık ev hanelerini toplu halde gördüğümde yaptığım gibi): bu evlerin her birinde bir çamaşır makinesi, bir kurutma makinesi, fırın, mikrodalga, kahve makinesi, süpürge makinesi, buzdolabı, derin dondurucu, bulaşık makinesi, saç kurutma makineleri, televizyon, video, müzik seti var. Sonra pencerelerini örten perdeler, yataklarını örten yatakörtüleri, salonlarında koltuk takımları, üzerinde yemek yedikleri masaları, çanaklarını koymak için büfeleri, kıyafetleri koymak için gömme odaları, fotoğraflarını asmak için çerçeveleri, online alışveriş yapıp
chat yapmak için bilgisayarları, video ve dvd leri koymak için rafları, kitapları dizmek için kütüphaneleri, kirlilerini koymak için çamaşır sepetleri var. Ve bir de çim biçme makineleri.

Cumartesi, Ekim 28, 2006

Dişi köpekler de prolaktin salgılıyor mu?

Dişi köpek İsis regl oldu, etrafa damlatıp duruyor. Oturduğu yerde rastlarsa, bıraktığı izleri yalıyor.

Hangisi daha mide bulandırıcı bilmiyorum, etrafta damlalar olması mı, onları yalaması mı. Yine de bu temizleme güdüsünden dolayı köpeğe sempati duymadan edemedim.

Cuma, Ekim 27, 2006

yaprak izleri

Dün akşam eve doğru yürürken kaldırımdaki yapraklar temizlenmişti, betona yaprak izleri çıkmıştı, patates baskısı yapılmış gibi, damarları bile görünüyordu, irili ufaklı, beş yapraklı, yuvarlak yaprak izleri. Onları izleye izleye yürüdüm.

Cumartesi, Ekim 21, 2006

ecnebi memlekette türkçe sözlü parça dinlemek

Ev özlemi veya sıla hasretinin çeşitli biçimlerde kendisini göstermesini anlayabiliyorum, mesela çeşitli yerleri ve yemekleri özlemek, dostları ve onlarla geçirilen zamanları anmak gibi. Benden önce yurtdışına okumaya giden arkadaşlarımın anlattıklarından insanın oturup ekşili köfte yapmasını hatta hamur açmasını anlayabiliyorum. İnsanın canının çekmesinden çok, ulaşamayacak olduğunu bilmesi sanırım asıl mesele. En başta da Türkçe konuşmayı özler tabii insan, ne kadar teknoloji aynı anda iletişebilmenin yollarını mesela 5 sene önceye göre inanılmaz ölçüde genişletmiş ve ucuzlatmış olsa da.

Bir sendrom olarak yurtdışında okuyanların dönüp gerçekte pek dinlemeyecekleri Türkçe sözlü müziğe hasretle bağlanmalarını garip bulmuşumdur. Dinlemeyecekleri ama Türkiye'de olsa ister istemez duyacakları tarzda müzikten bahsediyorum ki bu türden müzik benim için oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu sendroma feci kapılmış bir kaç kişi tanıyorum, ad vermeyeceğim.

Uzun sözün kısası, bugün öyle kaptırmış kitabımı okurken, 3 sayfa sonra müzik dinleyip ara vermeye karar verdiğimde listemde ne Türkçe parça olduğunu merak ettim ve başladım tek tek dinlemeye. Bu arada bilgisayarımda Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" parçasının da olduğunu şaşkınlıkla farkedip acaba nedir, ve acaba kimden almışım derken, parçayı dinlerken gülmekle ağlamak arasında tuhaf bir ruhdurumuna büründüm. Parçanın sözlerini kişisel algılamamaya ve ağlamamaya karar verip Mor ve Ötesi'nin "Cambaz"ına geçtiğimde içimden kahkaha atmak geldi. Hani insan kahkaha atarken gözlerinden yaşlar süzülmeye başlar ve eğer karşısında biri varsa o kişi ne yapacağını şaşırır, acaba beraber gülse mi, yoksa yatıştırmaya mı çalışsa diye. Öyle garip bir ruh hali. Bunun şarkının sözleriyle hiç ilgisi yok. Bu arada gözlerimden yaşlar süzülmedi, ama bunun bir önemi var mı? Var mı Civanım, söyle? Melodi ve sözler odanın duvarlarında yankılandığında yabancı bir şey doldurdu odayı ve buraya ait olmamasının yarattığı tuhaf bir etki var insanın üstünde. Bütün gün otobüste, sınıfta, yolda, markette, televizyonda duyduğum tek tür sesin dışında, cin gibi şişeden çıkıp birden odamı kapladı. Bu "şimdi orda olsaydım" değil, "şimdi burdayım"ın kafaya dank etmesi. Bir şekilde dinlediğim müziği duyan insanların anlamayacakların bilmek. Sözleri anlatmaya kalksam, ya da müziği, bunu asla tam olarak yapamayacağımı bilmek. Daima başka bir yere ait olmak. Daima aynı zamanda başka bir yerde olmak. Bu hüzün değil, üzüntü değil. Başka bir şey. Sabah kalktığımda senelerdir dinlemediğim bir parçanın sözlerini mırıldanmak gibi. Ve gözümde o parçayı en son dinlediğim anın canlanması, sözleri beraber söylediğim yüzlerin ve gülüşlerin canlanması, ve o ana asla geri dönemeyeceğini bilmek. Mesafe. Fiziksel mesafenin metamorfoza uğraması ve soğuk teninden sızan salyalarının üstüme damlaması. Hmmm. Yazdıkça sapık bir korku/gerilim metnine dönüşmeye başladığından tam burda en heyecanlı yerinde kesiyorum.

(Sadece şarkı sözlerinden oluşmuş bir metin yazmak istiyorum, ama bunu sadece Türkçe sözlü parçalarla yapabileceğimi sanmıyorum.)

"Kafaları çekip muhabbet edelim. Sonra senin için dans da ederim."

Cuma, Ekim 13, 2006

"İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum."

Çok şey biriktirince insan nerden başlayacağını bilemiyor. En yenisinden başlayayım: Dün Kar Yağdı. Bu bir roman ya da film adı değil, dün öğlen saatlerinde tipi halinde kar yağdı saatlerce, çimenlerdeki kar da gece erimedi. Yani hava eksinin altındaydı. Buralılar bile şaşırdı ilk karın bu kadar erken gelmesine. Neyse, haftaya gene 15 dereceleri görüceğiz gündüz, hava da güneşli olursa ne ala.

Bugün az konuşup çok anlatmak istiyorum, o yüzden fotoğraf koyacağım. Pek fotoğraf çekmiyorum, fotoğraf çekmek turist gibi hissettiriyor. Bunun üzerine ilerde daha uzun duracağım. Haftasonu havalar soğumadan önce, nihayet nehir kenarındaki bisiklet yolunu keşfetmeye gittim. Bisiklete binmeye çalıştığım ilk günlerde yolun üzerindeki parklardan birine gitmiştim ama henüz yürüyen insanların veya bisikletlilerin yanından gitmeye korktuğum için parkura girmemiştim. Bu defa acısını çıkardım, şehir merkezine kadar gittim. (Nehir şehrin içinden geçmekle birlikte nehir boyunca giden parkur ağaçlar arasından, parklardan geçtiği için şehrin neresine geldiğini anlamak zor oluyor. Parkurdan normal yola ana caddelere çıkışlar var, hangi caddeye çıkıldığı yazıyor tabelalarda. Merkeze indiğimi ordan anladım.) Cennetlik bir deneyimdi, aşık olmuş kadar mutlu oldum; devasa ağaçlar, ağaçların arasından fosforlu yeşil çimene vuran dalgalı ışık. Işık. Işık. Işık.

Parkurda bisikletle gezen az kişi vardı, yürüyüş yapanlar, köpeklerini gezdirenler, çocuklarını oyun parkına getirenler, bir de nehirde ördekler vardı. Bir ara bisikletimin zinciri çıktı bir yokuşta (küçük de olsa yokuşçuklar var, bisikletle gidince daha heyecanlı oluyor). Ben bisiklete salak salak bakarken yanımdan geçen genç bir çift farkedip yardım ettiler ben sormadan. Mutlu oldum. Parka ayrıca tedbirli gitmiştim:

Akşamüstü parkurun okula yakın kuzey kısmını da keşfettim, ışık daha da yataylaşmıştı ve etrafta bozkır otları ve çiçekleri vardı, kısa bir parkurdu ama iki kere hız denemesi yapmadan edemedim.

Ev Arkadaşlarım
Dışardaki ağaçta yaşayan sincaplardan bahsedecektim: Evin önündeki ağaçtaki kovukta yaşayan siyah sincaplar var. Bu kadar. Arada daha seyrek olan boz sincaplardan biri kovuğa girip çıkıyor, onlar da mı evi paylaşıyorlar bilmiyorum, aralarında kavga çıktığını görmedim. O boz sincapların kuyrukları daha büyük ve etrafında daha açık hale şeklinde tüyler var o yüzden daha güzel görünüyorlar koyu renk sincaplardan.

Yaşadığım evi paylaştığım hayvanlar, bir canavar yavrusu kedi, yaşlı bir St Bernard ve biraz salak ama çok iyi kalpli dişi bir İngiliz çoban köpeği. Kedi tam bir canavar, hiç bir şeyden korkmuyor ve sürekli parmaklarımı kemiriyor, arka dişlerini değiştiriyor sanırım. Şimdi biraz biraz söz dinlemeye başladı. Fotoğraftaki kediyi bulun:

Burda Adonis (St. Bernard) biraz hastaydı o yüzden epey keyifsiz. Kedinin cesaretinin durumdan faydalanmakla ilgisi yok, köpekler yemeklerini yerken kaplarının üzerine çıkıp o da musallat oluyor. Bir defasında Isis'in (dişi köpek) koltukta kemirdiği kurutulmuş kemiği ağzından almaya çalışmıştı. Isis çok sevgi dolu, çok anacan, korumacı, iyi niyetli ve biraz salak bir kuzu köpek.

Köpeklerin ve evin sahibi Tara dün eğer ilerde köpek alacak olursa asla büyük köpek almayacağını, evi asla temiz tutamadığını söyledi. Yüreğime su serpti. Köpeklerin kokusunu ve etraftaki tüy yumaklarını ve arka bahçedeki yığınları bir tek ben farkediyorum sanıyordum. Köpek dediğin kedi gibi kendini yıkayabilen, ev temizlenince mutlu olan bir hayvan değil. Öyle uzaktan sevimliler ama bu koca St. Bernard'ı zorla küvete sokup yıkayamazsın. Tara bir defasında denemiş erkek arkadaşıyla birlikte, ancak ön tarafını kuvete sokabilmiş, yine de o halde yıkamış ve köpekle birlikte bütün banyo duvarlara kadar yıkanmış. Haliyle.

Yazının ana başlığı şimdi aklıma geldi, o kadar hayvanlardan bahsedince bu söz aklıma geldi, ben de ekledim, kimin söylediğini hatırlamıyorum. Montaigne'in de buna benzer bir lafı vardı galiba. Bu arada eğer fotoğraftaki kediyi bulamadıysanız biraz daha ipucu vereyim:

Salı, Ekim 03, 2006

Boost Energy, Beat Stress and Burn Major Calories

Her yaştan insanın şortlarını ve ter tutmaz t-şörtlerini giyip sokaklarda neden koştuklarını artık anlıyorum. Sağlıklı yaşamak için. Elbette. Başka bir şekilde söylemek gerekirse bunalıma girip alkolik ya da bağımlı olmamak için. Yüzme gibi ağır sayılan sporlardan birini yapmış olmama rağmen kaldırımda kulaklarında müzikleriyle koşan insanları görünce çok alaycı bir şekilde, 1984 filminden sahneler eşliğinde gözümün önüne bir çember içinde koşan fareler geliyor. Filmde koşma sahnesi yoktu, zorla sabah jimnastiği yaptırma dışında sporla ilgili bir şey de yoktu. Dışarda koşan insanlar görüntüsünü kafamdaki film sahnelerine ekliyorum sadece.

Spor yapmanın strese ve depresyona iyi geldiği uzun süreden beri biliniyor. Fizyolojik açıklaması uzun ve ayrıca ayrıntılarını unuttum. İşte, kaslarda oksijen kullanımı artıyor ve yetmemeye başladığı zaman laktik asit salgılanıyor, laktik asit ağrı verdiği için beyin bunun üzerine başka bir şey salgılıyor. Kısacası spor sonrası insanın tüm bu kendini-iyi-hissetme hali, bedenin sarfedilen olağanüstü efor karşısında kendisini savunma mekanizmasının sonucu. Bunun sonucunda da eğer spor yaparken dalak yarılmamışsa kişi kendini zinde ve enerjik hissediyor, beynini boşaltmış olduğundan da konsantrasyonu artıyor. Tıpkı başlıkta da dediği gibi. Başlık kadınlara özel bir fitness dergisinin kapağından. Evde muhtelif yerlerde, mesela tuvalette, o dergilerden bolca bulunuyor. Ev sahibim Tara zamanında fitness yarışmalarına katılıyormuş, Kanada 27.si olmuş. Dergilerin adları da çok hoş: "Action Woman, Canada", "Muscle & Fitness: Hers", "Hers" vs.

Tüm bunlar olumlu şeyler de, neden koşanların görüntüsünü 1984 filmiyle bağdaştırdığımı biraz daha düşününce bulacağımı umuyorum. Dışarda koşmayı biraz daha anlayabiliyorum , temiz hava, değişen manzara, ama bir kapalı odada aynaya karşı alet üzerinde koşmak, işte bu tam 1984.

Özetle burda insanlar sıkıntıdan ne yapacaklarını bilemiyorlar, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak gibi eğlencelerin tümü pahalı, televizyon karşısında oturup 150 kilo olmanın iyi bir şey olmadıklarına inandıklarından "Hadi kocacığım, koşalım, haftada 3 kere, sonra hergün. Ama önce gidip spor mağazasından bir takım yazlık bir takım kışlık koşu takımı alalım."

Ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse, İstanbul gibi şehrin insanı inanılmaz yorduğu bir şehirden buraya gelince insan ister istemez alaycı bir mizaç ediniyor. Beni iyi tanıyanlar şimdi buna gülüp, "Sen zaten her zaman öyleydin." diyorlardır. Haklılar. Ama alaycı olmam, söylediklerimi kastetmediğim anlamına gelmiyor.

Gelecek yazıda evimin önündeki ağaçta yaşayan sıçanlardan, pardon, sincaplardan, şu anda klavyemin üzerinde yatmakta olan canavar yavrusu kediden, geçen yazıda bahsetmediğim endişelerimi yenmek üzere geliştirdiğim taktiklerden ya da edindiğim takıntılardan, ağaçların alt dallarından başlayarak kızarmasından ve nehrin kenarındaki bisiklet yolundan daha henüz gidememiş olmamdan bahsetmek istiyorum. (Bir vaad aynı zamanda nasıl vaadettiği şey olur, örnek 2; sevgili okuru heyecanda bırakmanın yolları 15).


Sonnot: "Ama neden 1984?" Sanırım bir atlet olarak spor yapmakla, emeğin yeniden üretilmesine hizmet eden bir eylem olarak spor arasındaki farklar yüzünden.