Cumartesi, Nisan 28, 2007

Pazartesi, Nisan 23, 2007

Ağlama duvarı

Burayı ağlama duvarı ilan ediyorum. Yok kuzey Amerika'ymış, yok kar kaç cm miş, yok otobüs şoförleri ne giyermiş. Yetti. Öyle serinkanlı gözlemlerimi anlatıcam, sonra dönüp okuduğumda neleri gördüğümü anımsayacağım, yok artık. Hadi burda yabancıyım, bir de kendime yabancılaşmışım izlenim diye diye. Yabancılaş yabancılaş nereye kadar. İşte, buraya kadar.

Oh be, rahatladım.

Salı, Nisan 17, 2007

mirror site

akis sitemiz yoktur, aslından sakınmayınız!

Perseus Projesi diye gayet kapsamlı bir klasik arşivi sitesi var, yıllardır ara ara dadanırdım. Antik Yunan ve Roma dönemi metinleri, çevirileri, kelime arama, deyim arama, kelimeyi tüm metinler içinde arama gibi harika araçları olan, sadece alanın uzmanı değil benim gibi ne yapacağını bilmeyen meraklıların da kullanabildiği ve üstelik genel kullanıma açık bir site. Yeni teknolojilere müteşekkir olma vesilelerimden biridir. Ödevlerimden birinde çok işime yarayacak diye seviniyordum ki, dönem sonu geldi site tamire girdi. Gittim geldim, gittim geldim baktım yok, açmamışlar. Başka yerde yok mu? Metinler var, ama kelime arama araçları yok. Hatta bu sitede belli bir kelimenin hangi metinlerde geçtiğini bile aratabiliyorsun. Çaresi kütüphaneden koca sözlük taşıdım eve. Büyük hayal kırıklığı, hezeyan: sanki ödevim buna bağlıymış gibi günlerce söylendim. Böyle bir proje, böyle bir site, nasıl olur, nasıl olur, ve üstelik nasıl olur da mirror site'ları olmaz... derken jeton düştü sayfaya yeniden girip baktım ve elbette ki iki mirror site'ları varmış. Jetonun sesi hala kulaklarımda çınlıyor. Kullandım mı ödevi yazarken? Hayır.

Pazar, Nisan 15, 2007

itiraf.com

Seneler önce ilk duyduğumda girip bakmıştım insanlar ne itiraf ediyorlar diye, itiraf.com'a. O zamanlar, yanlış hatırlamıyorsam her yazılan yayınlanıyordu. Okurlar için eğlenceli anektotlar sunuyor, insanlar birbirlerine bir önceki akşamki diziyi anlatır gibi okudukları itirafları anlatıyorlardı. Fazla sansasyonel bulmuş pek hoşlanmamıştım. Bu dediğim yıllar önce oluyor. Geçen gün aklıma geldi ziyaret ettim sayfayı. Artık yazılar denetimden geçip yayınlanıyor. Saatlerce okudum. Bu defa bende bıraktığı izlenim ucuz bir iç döküp rahatlamanın ötesinde yurdum insanının sağduyulu gözlemlerine saygı duymak oldu. Bu sitenin bir tür toplumsal eleştiri ortamı yaratığını söylersem bundan ne demek istediğimi açıklamam gerekecek ki her sağlıklı akademisyen gibi şu an buna zamanım yok. Henüz elimde yeterince veri yok diyerek geçiştireceğim bunu.

On altı yaşındayken yazın erkek arkadaşımla tatile gitmek için annemden izin istediğimde annemin gençlik anıları kabarmış, bize oturup hipi maceralarını anlatmıştı ballandıra ballandıra, sonra da "ama burası Türkiye" demişti. İkna etmek çok zor olmadı. Yurdumun bol tatilci sahil kentlerinden birinde parasızlığı umursamaksızın "The Doors" filminin sıcak Kaliforniya sahilleri sahnelerini aratmayan ve annemin hipi maceralarına inadım inat bir tatil geçirirken bir yandan da tatilci yaşıtımız bir grupla kaynaşıp sabahlara kadar dans edip kumsalda şarkı besteliyorduk. Güzeldi. "losing my religion" en sevdiğimiz parçaydı. Bir gece sahilde herkesin yaptığı gibi turlarken biri gözüme fener tuttu, feneri indirmiyor, bir elindeki fotoğrafa bir bana bakıyordu. "Adın ne? Yaşın kaç? Nerelisin? Annen baban nerde?" diye sert bir sesle ardı ardına sorular soruyordu. Herhangi bir açıklama olmaksızın karanlıkta yüzüme fener tutulup sorguya çekilmeye fena halde bozulduğumdan aynı şekilde sert yanıtlar vermeye başladım. İki polis memuru olduklarını ancak gözüm alışınca anladım. Nedense sonradan soruları soran sesini biraz yumuşatıp açıkladı, kayıp bir genç kızı arıyorlarmış. Yaşımı duyunca da ailem nerde diye sordu. On sekiz yaşından küçük olduğum için beni karakola alıp ailemi aramaya hakları varmış. Bunun üzerine yine sert bir sesle, ama bu defa içten içe titreyerek ailemin haberi olduğunu söyledim. İkna olup gittiler ama bütün gece sinirden titremiştim, ne hakla bana bunları sorabilirler diye.

Polis memurları elbette işlerini yapıyorlardı, evinden kaçmış ya da kaçırılmış birini arıyorlardı ve bunun için ellerinde kayıp kızın bir vesikalık fotoğrafı ve fener ile sahil boyu gençleri tarıyorlardı. Bunda bir tuhaflık yok. Sinirlenmeme gelince onu şimdi daha iyi anlayabiliyorum sanırım: her an nerde olduğunu ve ne yaptığını açıklamak zorunda kalabilirsin, annene ya da babana değilse bir meraklı komşu çıkar, komşu değilse burnu uzun bir akraba, akraba değilse grup halinde şen şakrak kumsalda yürürken yüzüne bir fener tutar biri "Ne yapıyorsun burda!?!"

Kayıp kız bir suçluydu sanki, ne de olsa kaybolmuştu. Potansiyel "kayıp kız" olan her genç kız da potansiyel suçluydu. Onlar da bir gün kaybolabilirler çünkü. "Kayıp kız" bir anlamda suçluydu çünkü ebeveynlerinin koruyucu gözetiminden çıkıp devletin gözetim alanına girmişti.


Kadın olmak her an suçlanabileceğinin bilinciyle daima buna hazırlıklı olma endişesiyle yaşamak demek
. Diğer bir deyişle "kadın", gözetim alanlarının sınırlarını tehdit eden toplumsal varlıktır.

Pazartesi, Nisan 02, 2007

Sanal üzüm kaç para?

Sanal deyince nedense insanın aklına internet ortamındaki çet odaları geliyor ("oda" lafı da IRC zamanından kalma, fi tarih). Oysa sanal kavramı internetin icadından çok öncesinden beri var (belki yazının icadıyla damgalanabilir başlangıcı), Romantik dönem romanlarını okumuş olanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Werther'in acılarının sanal olduğunu kastetmiyorum elbette. Daha genel olarak edebiyatın ruhunda var sanallık, Werther sanal bir karakter bir kere. Yok öyle birisi. Ve de var öyle birisi, Goethe yaratmış. Oysa zamanımıza damgasını vuran sanallık değil, geçenlerde kaybettiğimiz (toprağı bol olsun) Jean Baudrillard'ın çok güzel belirttiği gibi simülasyon. İnternet ortamında herhangi bir yerde kendinize profil yarattıysanız kendi elinizle bir simülasyon yarattınız demektir, yaratmadıysanız da başkaları sizin adınıza yaratmıştır. Gizemli konuşmayayım: çıkarıp nüfus cüzdanınıza bakmanız yeterli. Orda bir takım şeyler yazıyor: bunlardan hangisi sizsiniz? Hepsi birlikte mi? Emin misiniz?

Neyse, bir takım isimler ve kavramlardan bahsedip ukalalık etmek istemiyorum. Sanal üzüm yediğimi söylemek istemiştim sadece. Yeme eylemim değil, üzümün kendisi sanaldı. Yani markete gittim bugün, biraz taze meyve ve sebze yiyeyim diye onlardan aldım. Gene eşşek yükü gibi yüklendim; hem kendime kızarak hem de bir yandan sırtımda koca sırt çantası, bisikletin iki yanında birer alışveriş torbası, tintini gidişime gülerek eve geldim. Baharın etkisi, geçen defa sonbaharda aynı şeyi yaptığımda nerdeyse sinirden ağlayacaktım. Üzümü yıkadım, yemeye başladım. Burda kocaman üzümlerden var, yeşil olanlardan, bizde de parmak üzüm mü derler ne ondan ama çekirdeksiz. Isırdıkça kıtır kıtır hissi veriyor, ama sert değil, üstelik sulu ve de tatlı. Evet, yani yedikçe bünyede bir tür doyma hissi yaratıyor, suyu ve şekeri besliyor, hissedebiliyorum. Rengi, dokusu tutuyor, onun dışında kimse bana bunun üzüm olduğunu söyleyemez, öyle yiyorum, yerken çıkardığım ses hoşuma gidiyor, bir de tanelerin suyu ağzımın içinde dağılıyor, onu da seviyorum. Şimdi buldum: kendimi bilim kurgu filminde bir karakter gibi hissettim, gelecekte bir zamanda geçmiş arşivlerine bakarak simüle ettikleri bir meyveyi koyuyorlar önüme, ben tabii geçmişten geldiğim için biliyorum yoksa bilemezdim, ona da üzüm diyorlar, hem de bir sürü paraya satıyorlar, öyle bedava da koymuyorlar önüme. Simülasyonunuzu yiyeyim! diye bitirmek istiyorum. Sonuç cümlesi: Sanal üzüm bedava, simülasyonu parayla.

ps: bir de, meyve midir, meyva mı? Yoksa şunun gibi mi: "You like potato, and I like potahto!"? Burdaki göndermemi izlemek isteyenler (seyretmek anlamındaki 'izlemek' değil, takip etmek anlamındaki 'izlemek') bir sonraki (sayfada üstte oluyor) entrime bakabilirler (yani dinleyebilirler). Off güzel türkçem nelere kadirsin!