Cuma, Eylül 19, 2008

Kant'tan günümüze

Immanuel Kant'ın "Ebedi Barış" başlıklı makalesi Türkçe'ye çevrilmiş mi, basılmış mı diye internette aranırken, karşıma bir sayfa çıktı, ne olduğunu anlamam yarım saatimi aldı. Bir tür beyin humması geçirdim de denebilir. Sayfanın başlığı "Fen, Teknoloji ve Teknoloji ile İlgili Bazı Beyin Fırtınası-Nadası; Ödev, Soru ve Etkinlikler" ardından da yıllara göre soru ve öğrencilerin yanıtlarına linkler var. Merak ettim, Kant'ın adı, ya da edebi barış nerde geçiyor bu sayfada diye. Soru şu (herhangi bir değişiklik yapmadan kopyalayıp yapıştırıyorum):

A.Afgan-Sovyet Rusya, İran-Irak savaşları dikkate alınarak(20.Yüz yılın sıcak ve soğuk cehalet savaşlarıyla ilişkilendirmeye çalışın)?11 Eylül'ü, Taliban'ı, İran�ı Hizbullah'ı kim/ler himaye etti veya Taliban, Hizbullah ve İran hangi mantık sistemleri metriksinde(ortamında)/lerinde icraya geçirildi ve bu gün kimlerce yargılanıyorlar? Afganistan�a ebedi barış harekatı ve iblisi yakalama iddiası ile ilişkilendirin ve Kant'ın ebedi barış planını düşünün. Kim olursan ol gel, herkese çağrıyı kim yapmış?1 Sizce doğru mu? Neden? Kavram,özdeyiş ve düşünce yanılgısını saptamaya çalışın.
İpucu:
Deneyimler göstermiştir ki;insanda menfaat için yapay hidayet (himaye) mahlukattan olunca hidayet edilenler sahte mabuduna/larına kara delik oluyorlar. Kontrol elden kaçırılıyor ve sosyal lösemiye dönüşüyor. Fert ve toplumsal denetim için tasarrufa dayalı hidayetin dini-inancı, tasarrufu bitince biter. Hidayetin liyakati Allah'tan olanıdır.
B.Afganistan-Sovyet savaşından önce himaye ettiği talibanı, bu gün ebedi barış harekatı ile iblis diye avlamaya gidiyor. İran şahını yıkarak destek verip himaye ettiği İran�ı bu gün yargılıyor. Belki de, dininden çok hayır görmeyen Müslümanlarla doluşmuş devletimiz ve ülkemizin geçmişinde de batının bu maksatlı liyakatsiz yapay hidayeti yatıyor. Bu üç olgu nefsini doğru tanıyor mu? Neden ve Niçin?
İpucu;
ortaçağda insanları kullanan mantık sistemleri ve tarih boyunca menfaat farzları için çoğunluğa hakim ve başat olmak isteyen düzenbaz azınlık zihniyetleri düşünün.0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7
C-Tera güçler ebedi barış harekatı ile iblisi avlamaya giderken bir taşla; neyi ve kaç çeşit kuşu avlıyor ve zehirliyor mantığı size neyi/leri çağrıştırır?
İpucu;1Öğrenci Yanıtları



Bu neyin sayfası, kim hazırlamış, kim yazmış derken yazarını da buldum, sayfanın ait olduğu kurumu da. Henüz linklerden birine tıklamadıysanız ipucu veriyorum: sayfa bir eğitim kurumuna ait; ek ipucu: bir üniversitenin sayfası. Bir üniversitenin, orta öğretime öğretmen yetiştiren bir eğitim fakültesine ait. Ayrıca, sorular dersin çalışma notları, yanılmıyorsam. Sayfanın başında da dersi veren profesör doktorun adı yazılı.

Beyin humması.

Şimdi aklıma üşüşen tüm soruları bir kenara koyabildiğimi varsayalım, diğer sorulara ve yanıtlara bakmadığımı da varsayalım: bu metni yazanın zamanında doktorasını tamamlamış ve bunu en azından bağlı olduğu kurumda "basılı" hale getirmiş olduğunu düşünürsek, yukardaki Türkçe'yi nasıl açıklayabileceğimizi bilemiyorum.
Diğer tüm "şeyleri" bir kenara bırakabilirsek elbette.

Bunun üzerine yazmaya devam etmek abesle iştigal etmek olacak, daha fazla yazmak istemiyorum. Bence herşey apaçık ortada.

SN: Eğitim Fakültesi Biyoloji Ana Bilim Dalı


Cuma, Ağustos 08, 2008

BU SİTEYE ERİŞİM ENGELLENMİŞTİR


Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi, 05/05/2008 tarih ve 2008/402 nolu kararı gereği bu siteye erişim TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca engellenmiştir.

Access to this web site is banned by "TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI" according to the order of: Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi, 05/05/2008 of 2008/402.


Ankara 11. Sulh Ceza Mahkemesi, 06/06/2008 tarih ve 2008/624 nolu kararı gereği bu siteye erişim TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI'nca engellenmiştir.

Access to this web site is banned by "TELEKOMÜNİKASYON İLETİŞİM BAŞKANLIĞI" according to the order of: Ankara 11. Sulh Ceza Mahkemesi, 06/06/2008 of 2008/624.


Cuma, Haziran 13, 2008

bakalım hayat ne olacak !?!

Çocukluk arkadaşım beni facebookta bulmuş, mesaj atmış. merhaba, nasılsın, seni facebookta buldum vesaire. ikinci mesajında, uzun zamandır görüşmediğimiz insanlarla, eski arkadaş, dost, ahbaplarla facebookta karşılaşıp kişisel gündemlerimizi yeniden ucuca bağlamaya çalıştığımızda olduğu üzere biraz neler yaptığından bahsetmiş. çok uzunca değil, çok ayrıntıya girmeden, hayat dökümü yapmaksızın. facebook'un artık hayatımızda olmayan insanları yeniden bulma ve buluşturma ilahi işlevine ve bu işlevin hayatımıza kattıkları üzerine ayrıca yazmak isterim. çocukluk arkadaşım da olayı abartmadan tadında bırakarak kısa tutmuş kişisel gündemini. bir cümle iş, bir cümle özel hayat, arada da "Bakalım hayat ne olacak." nasıl yani? mesajın son cümlesi olsa vurgusu belki farklı olacaktı ama yine de vaziyeti kurtarmayacaktı. "Bakalım hayat ne olacak." şairin alçakgönüllülükle "yolun yarısı" dediği yaşta "bakalım hayat ne olacak" diye sormaz insan. aslında, hiç bir yaşta sormaz.

lisansta okurken çok satan bir haber dergisinden öğrencilerle anket yapmaya kampüse muhabirler gelmişti. anketin konusu ve ana sorusu "üniversite öğrencileri hayata hazırlıyor mu?" idi. araştırmanın sonunda çeşitli üniversitelerde okuyan öğrencilerin üniversitelerine ve okudukları programlara dair görüşlerini yayınladılar. öğrencilerin şu kadarı okudukların programın kendilerini hayata yeterince hazırladığına inanmadıklarını söylemiş. öğrencilerin ve dergilerin o hazırlandıklarını düşündükleri "hayat"tan ne anladıklarını bilmiyorum. dahası, üniversitenin kişiyi o "şey"e hazırlamak gibi bir görevi olduğu sonucuna da varıyoruz. anket soruları arasında "sizce hayat ne zaman başlıyor?" diye bir soru yoktu. hayatın okul bittikten sonra, düzgün bir işe girdikten sonra, evlendikten sonra, ev sahibi olduktan sonra ya da 'bir şey'den sonra başladığı fikrine nerden kapıldığımızı merak ediyorum. büyüyünce adam olmanızı söyleyenler, ne zaman artık büyümüş olduğunuzu asla söylemezler.

Cumartesi, Mayıs 24, 2008

baharın sonbahardan farkı ne?

sözleri olmayanlar gibi havadan bahsetmenin ne kadar da sıkıcı olduğunu bile bile öncelikle bir türlü 20 derecelere yaklaşmayan havalara küfrettiğimi söylemek istedim. ayrıca, evet, sözlerimi kaybettim, asılsızdılar. düzgün işleyen bir internet bağlantım yok, ona da epey sıkça küfrediyorum. yarın düzelebilir, yarın herşey daha iyi olabilir, güneş açabilir, piknik mevsimine geçilebilir.

ilkbaharın sonbahardan ilk farkı kışa doğru gitmediğimiz bilmektir. bunu kendime hatırlatmam gerekiyor arada, fazla hatırlatırsam sonrasında gene kış olduğunu da anımsıyorum ve lakin. fazla hatırlatmalar hiç iyi bir şey değil. fazla telkinle akrabadır fazla hatırlatmalar. fazla telkin de iyi bir şey değil. mesela pollyanna'ya bakın, o söyler size.

yarın sözlerimi aramaya çıkacağım.

Pazar, Mart 02, 2008

kuru incirden çıkan taneler

Kuru incir yiyordum. Güneşte kurutulmuş incir. Sahici incir. Bir tanesi pek kuruduydu, sanki suyu zaten hiçbir zaman olmamış gibi, baktım kurtlu mu diye, değilmiş. Dişlemeye devam ettim. Bir başkasından saman tanesi çıktı, sarı kuru bi yaban buğdayı, buğdayı düşmüş samanı kalmış. İncirler güneşte kururken esen rüzgarla ait olduğu topraktan havalanıp incir tanesine yapışmış, kurumakta olan incirin kalın kabuğuna tutunmuş, incirler güneş altında kurudukları yerlerden alınıp paketlenmeye götürüldüğünde, diğer incirlerle bi sıra halinde resmi geçit yapıp içlerinde yeterince yakışıklı olmayanları ayıklandığında ve sonra plastik paketlere konduğunda orda tutunduğu yerde kalmış, sonra o yuvarlak içleri bir halka incir tanesi dizili plastik paketler etiketlenip incirlerin kuruduğu yerlerden uzaklara tırlarla ve gemilerle giderken de yerini değiştiremeden sıkışıp kalmış.

hay incirden çıkanlar sizi...

Perşembe, Şubat 28, 2008

Nietzsche'nin son günleri ya da "the work of life in the age of youtube"

Makale okurken Foucault'nun bibliyografyasına bakmam icap etti, internete girdim sonra nerden bulduysam youtube'da Foucault ile Chomsky'nin diyaloğuna rastladım, sene 1971. Ordan Foucault'nun başka videolarına bakayım dedim, hiç Foucault'yu konuşurken görmemiştim, ordan Derrida'nın bir söyleşisine girdim. Derrida'yı konuşurken gördüm. Hatta tanıştım da, ama o başka hikaye. Derrida'nın söyleşilerine bakarken Heidegger'in bir söyleşisine rastladım. Başlıkta Heidegger Marx'ı eleştiriyor diyordu ama oysa başka bir şey anlatıyor Heidegger Marx'la ilgili. (Bu da ingilizce alt yazılı başka bir söyleşisi.) Neyse. Heidegger'i de konuşurken hiç görmedim. Nerden göreyim. Sonra bi de ne göreyim; Nietzsche'nin son günlerinde çekilmiş bir film kaydı, sene 1899. Sahici kayıda benziyor. Nietzsche'yi görmek. Nietzsche'ye bakmak. Birden ekranında yatağında oturmuş etrafa bakan Nietzsche'yi bulmak.




Sonra dışarıya eksi onbeşe çıkıp bir sigara içtim.

Pazar, Ocak 20, 2008

mutfak ekonomisi ve küresel kanada mutfağı

Günlük tutmayacağım burda dedim ama yazmayalı da ne kadar çok zaman olmuş. bu arada Montreal'e gittim Kasım ayında, sonra Noel'de Ohio'ya gittim. yılbaşından sonra acayip parasız kaldım. haliyle. Amerika'dan kediyle döndüm, şimdi altı aylık bir kediyle yaşıyorum. hayatımın en güzel değişikliği son zamanlarda olan. facebook'a koyuyorum fotoları o yüzden de biraz ihmal ettim burayı. ha, bir de artık annem de facebook'ta, tabii ne kadar kullanır onu bilemiyorum ama diyeceğim, annem bile facebook'ta. bilemiyorum artık lafım kime gitsin.



ABD'de pek çok şey Kanada'dan çok daha ucuz, nedenini tam kestiremedim. yani kestiriyorum elbet ama iki ekonomiyi de karşılaştıracak kadar iyi bilmiyorum. Kanada'ya geri dönmeden önce ben de geleneğe uyup bütçeme göre alışveriş yaptım, market alışverişi. bütçemde olmadığı halde kitap da almıştım o yüzden bütçe diye bir şey pek kalmamıştı ama az bir şey almaya karar verdim. hani geçen sene herşeyin nerede üretildiğine bakma takıntım vardı. kıyafetlerin, ayakkabıların, mobilyaların, eşyaların. bu sıralarda da yiyeceklerin nerede üretildiğine bakma merakı geliştirdim. hani burda ne yiyorum diye soracak olsanız, bence Kanada'da yaşam deneyimini çok güzel tarif eden bir şey çıkıyor ortaya. şöyle bir liste çıkıyor mesela:



isviçre peyniri, alman salamı, yunan beyaz peyniri, kaliforniya bademi, kaliforniya cevizi, kaliforniya kuru kayısısı (kaliforniyada bu kadar tarım yapıldığını bilmiyordum, marketten öğreniyorum, bu arada türk kayısı üreticilerine de dağıtımlarının kötü olduğunu hatırlatmak lazım, türk kuru üzümü bulunuyor ama türk kayısısı her yerde bulunmuyor), güney afrika konserve şeftalisi, kolombiya kahvesi, ingiliz çayı (o da türkiye'den getirdiğim çay hemen bitmesin diye sabahları içtiğim poşet çay), tayland ton balığı (evet ya, tayland), etc. etc.



bazı paketlerin üzerinde kanada adresi var ama zeytinyağının kanada'da üretildiğini hiç sanmıyorum. italya ve ispanya gibi zeytin ve zeytinyağı sanayii gelişmiş ülkeler şişelemeden de zeytinyağı satıyorlar ve alan firmalar piyasaya uygun bir lezzet yakalamak için (nerden ibliyorlarsa insanların neden hoşlandıklarını) bir kaç tür ve kalitede zeytinyağını karıştırıyorlar, mesela ispanya rivierasıyla italyan süzmesini. dolayısıyla üretildiği yerde şişelenmeyen zeytinyağının ne olduğunu ve nerden geldiğini kestirmek zor olduğu gibi, aslında bir karışım almış oluyorum, ama ucuza geliyor. bi daha sefere gelirken siyah zeytin de getireceğim, burda bir tek salamura siyah zeytin var, biz ona zeytin demeyiz :) bi de üstelik kalamata zeytin, hiç hazzetmem. bu zeytinin salamura veyahut da turşu olduğunu ve bizde makbul olmadığını anlatmaya çalıştım arkadaşıma, lafı fazla uzattım sanıyorum. bir şeyin aslını bilince insan ister istemez ukala oluyor. evet "aslı" diye bir şey var, sabahları beyaz peynir ve siyah zeytinle kahvaltı etmiş biri için beyaz peynirin "aslı" ve zeytinin "aslı" diye bir şey var bu dünyada. bu kültürel çeşitlilik ve kültürel göreceliliğin bittiği bir nokta var: o da benim damak tadım. neyse, abd'de gittiğimiz, daha çok gourmet yiyecekler satan bir marketten küçük bir kavanoz fas üretimi sele zeytini aldım, keşke birden falza alsaymışım.



kanada'da hele de ontario ovasında yetiştirilen şeyler var tabii, ne de olsa ontario tarım ovası, hmm, mesela elma. geçtiğimiz yazın sonunda satış yapılan bir çiftliğe gidip sepetle elma ve üzüm topladık. aklıma geyve ovasının meyve bahçeleri ve orada yediğim elma ve ayvalar geldi tabii. bir de yağmurlardan sonra yaptığımız bağ bozumu. gene geyve'de çitlerine "bakıp da nazar etme, gir bahçeme istediğin kadar ye" yazılmış meyve bahçeleri geldi. işte yaz sonunda çiftlikte elma ve üzüm toplamamızın ne bağ bozumuyla ne de o meyve bahçelerine dalmakla bir benzerliği var. "bahçeye dalmak" diye bir şey var mesela, istanbul'da büyümeme rağmen az "bahçeye" dalmamışımdır. en çok da dut ve ceviz. hele incir dediğin her yerde biten bir ağaçtır, yani incir yemek için bahçeye bile dalmak gerekmez çoğu zaman. hala daha manavda incir satıldığını gördüğümde küfür yemiş gibi olurum. neyse, ben ontario bahçesini anlatıyordum, daha doğrusu çiftliğini. elma ve üzüm ağaçlarının yanı sıra, girişte çitle çevrilmiş bir alana da çiftlik hayvanlarını koymuşları, adına "çiftlik" demek ayıp olmasın, çocuklar da gerçek hayvan görüp eğlensin, öğrensin diye. çiftlik-marketler haliyle şehrin biraz dışında, haftasonları ailelerin uğrak yerlerinden. çiftliğe arabayla giriliyor (drive-in çiftlik), girişte bize birer sepet ve bir liste veriliyor. sağlı sollu her ağaç sırasına bir numara verilmiş, listede de hangi sıranın ne tür olduğu, ve hangi sıralardan toplanabileceği yazıyor. yani listeyle "bahçeye dalınıyor". hani bunu sever miyim diye dalından tatmak biraz ayıp, çünkü çıkışta sepet tartılıp parasını ödemek gerekiyor. ben de yere düşmüş ve ezilmemişlerden tattım. ona yakın elma çeşidi vardı. çıkışta da gene çiftlikte üretilmiş meyve sebze ve doğal üretim reçel ve hatta pasta satılan bir market var. hiç dalından toplama derdiyle uğraşmayıp direk ordan da alınabiliyor. gelecek bahar çilek "çiftliğine" gitmek istiyorum, ontario'nun çilekleri küçük ve lezzetli. yerel üretimi destekleyen marketlerden bir kaç defa "yerel üretim" çilek almıştım.