Çarşamba, Aralık 20, 2006

"İstanbul'a selam söyle benden"

Burda bindiğim her takside taksiciyle muhabbet ettim, hepsiyle ortak bir yanım var, buralı değilim, yani burda doğup büyümedim ve konuşmamdan anladıkları için hemen “nereden geldin, okumaya mı?” diye soruyorlar. Toronto’ya beni götürecek otobüse bineceğim gara gitmek için bindiğim taksinin şoförünün nerelisin sorusuna “İstanbul” diye yanıt verince bir sessizlik oldu, ben de “siz nerelisiniz?” diye sordum. “Kürdüm” dedi. Ben “Neresinden?” Bu diyalog anca Kanada’da yapılabilir. Bu soruma bir an durup “Kuzey Irak” diye yanıt verdi, uzun yıllardır burdaymış, 80’lerin sonuna doğru dört beş yıl Türkiye’de yaşamış ama hükümetten nefret etmiş. Hangi hükümet olduğunu tahmin etmek zor olmadı tabii. Türkçe biliyormuş ama epey unutmuş, konuşmasının arasına Türkçe kelimeler ekliyor. İki sene önce Türkiye’ye gelmiş, İstanbul’a, Diyarbakır’a, Adana’ya. Türkiye'deki hükümetlerden ve Avrupa Birliği'nden konuştuk. Söylediği tüm olumsuz şeylerin sonunda "Türkiye çok güzel bir ülke, her yeri, dağları ..." diye ekledi.

Ayrılırken arabadan başını uzattı, “Türkçe giderken güle güle deniyor, değil mi” diye sordu. “Evet” dedim, hala ikisini karıştırmaya devam ettiğimden bir de ekledim “bir de allaha ısmarladık diyorlar.” Arabadan, “güle güle, İstanbul’a selam söyle benden” diye bağırdı. Otobüsün kalkacağı otobüs durağının park yerinde, önümde bavulum, elimde montum, bir sigara yaktım, yeryüzü dümdüz olduğundan göz alabildiğince uzanamayan tek katlı lego binalara baktım. “Dağları güzel, her yeri güzel, büyük ülke Türkiye, ama yok bir farkımız, hepimiz insanız, Türkiye Kürtlere haklarını vermezse giremez AB’ye.” Yeryüzünün düzlüğü ve donuk gökyüzü ne kadar yabancı görünüyor şimdi.

Havaalanları: yarı-mekanlar
Havaalanlarının mekan olarak ne kadar yabancılaştırıcı ve rahatsız edici olduklarını, insanlar için değil uçaklar için inşa edildiklerini düşünüyorum. (Tıpkı otobanların ve yolların yayalar için değil asıl olarak araçlar için tasarlandıkları gibi.) Havaalanlarında yolcuların girmesine izin verilen kapalı alanların çok büyük olması ve insanın bu devasa çatı ve camla kaplı, arayüzlerle ayrılan bölmeler arasında kendisini karınca gibi hissetmesinin yanı sıra, asla her tarafını bilemeyeceğimiz ve göremeyeceğimizi bilmemizden dolayı da insanın üstünde bir hakimiyet kuruyorlar. Havaalanları aslında geçiş yaptığımız, yerleşmeyeceğimiz yarı-mekanlar. Daha açık anlatırsam: gidişte ve gelişte ayrı kapıları kullanmaktan dolayı o devasa kapalı alanın hep başka yerlerini keşfetmiş oluyor yolcu, ve bu ayrı alanları zihinde birleştirmek için pek fazla ipucuya sahip de değil. Bir de yolcuların o havaalanlarına transit yolcu olarak geldiklerini düşünürsek, yani kısaca şu: kendimi de eğlendiremiyorum, yazıyorum yazıyorum, laf salatası, Toronto havaalanına geldim. Bavulu bırakıp board pass’imi aldım, daha iki saatim var, iki alt kattan uçağın olduğu kapıya otobüse binmeliymiş. Etrafıma bakınıyorum, koca alanın bir ucunda yanyana dizilmiş iki bar, bir açık büfe, ve starbucks var. Burda koca havaalanının bir ucuna sıkışmış, camların önüne iki sıra dizilmiş masalara mı oturmalıyım bir kahve alıp, yoksa uçağımın olduğu kapıya ulaşıp orda hiçbir şey olmayacağı riskini göze mi almalıyım. Sadece oturma bankları ve para atılan kahve makineleri de olabilir, ya da burdakinden daha ferah ve iç açıcı oturma mekanına sahip kafeler de olabilir. Avrupa’da olup da Kuzey Amerika’da olmayan şey bu işte: Almanya’daki havaalanlarındaki büfeler bile bir karaktere sahip, bir şey yansıtıyorlar, orda ne tür şeyler bulabileceğini insan bir bakışta tahmin edebiliyor. Buradaki yemek yenilecek yere restaurant demek bile zor, açık büfemsi bir tezgah daha çok. Eski kıtalı olmak böyle bir şey, rahat bir koltuğa gömülüp garsonun bana gelmesini istiyorum, daha yolumun başındayım ama şimdiden mızıklanmaya başladım.

Sonunda arzuladığım cafeye Frankfurt havaalanında kavuşuyorum. Oturmadan yan taraftaki garson kıza merhaba deyip az sonra yanıma gelmesini istemiş oluyorum, deri kaplı banka kendimi bırakıyorum. Yolculuk insanı olgun kılıyor, farklı yerler ve insanlarla karşılaştığında ne yapmak gerektiğine dair tedirginlik kayboluyor. Hiç tanımadığım ve bir daha karşılaşmayacağım insanların arasında kendim gibi olduğumu hissediyorum. Masalar nerdeyse dolu, yanımdaki tek masaya oturmak isteyen ama beni rahatsız etmek istemeyen kibar bir adama "buraya oturabilirsiniz" diyorum. Çaprazıma oturuyor, kafasında kasket, Amerikalı herhalde, 60 yaşlarında, gözlerinin altında torbalar, şiş ellerinde yaşlılık lekeleri. Bir yol klasiği, nereye gidiyorsunuz diye başlıyor konuşma. Fazla kibar, sigaramı yakıyor sonra kendininkini. Houston'lıymış, Noel için evine gidiyormuş. Sonra montunun cebinden bir tükenmez kalem çıkarıp bana veriyor, üstünde e-mail adresi var, "bana mail atarsın belki, sevinirim." Asılıyor mu ne! Tükenmez kalemin arkasına bastıkça kalemin içinde fosforlu pembe bir nesne oynayıp duruyor, sıkıntı gidermek için birebirmiş, deniyorum bir iki. Kalemin üzerinde mail adresi, bir de başka bir adres var, Irak yazıyor. "Neden Irak?" diye soruyorum. Meğer Irak'ta çalışıyormuş. Kesik kesik konuşuyoruz, tam bir sohbet değil. Kanada'da yaşadığımı öğrenince eskiden her hafta Houston'dan yola çıkıp Montreal'e gittiğini sonra geri döndüğünü anlatıyor, her hafta yazdan dondurucu kışa, otobanları anlatıyor, bilmiyorum. Teksas aksanı, söylediklerinin bazılarını anlamıyorum. Irak'ta da tır şoförlüğü yapıyormuş, bazen konvoyla, bazen zırhlı araçla yola çıkıyormuş. Çok yer gezmiş, Tayvan, Hindistan, sayıyor. Dünyanın her yerinden arkadaşı varmış, dün Nepal'li arkadaşı yolladığı e-postada ameliyat olacağından bahsetmiş. Hintli arkadaşı ona Hintli kıyafeti yollamış, poşetinde duruyormuş hala.

Uçağıma binme saatimin geldiğini söyleyip iyi yolculuklar diliyorum. Bazıları dünya vatandaşı, bazıları... Aynı gün içinde karşılaştığım çelişkinin yorgunluğu biniyor üstüme. Günün sonunda, yani yolculukta geçen ve hareket halinde olduğum için sadece bana göre hesaplanan bir günün sonunda, "çok gezen mi, çok okuyan mı?" sorusuna yanıtım "çok gezen" oluyor.

3 yorum:

pimoka dedi ki...

İstanbuldasın?

alice in wonderland dedi ki...

İstanbul'daydım. ama gelmemişim gibi davrandım, öncelikle hasta geldim (ya da gittim, şimdi London'da olduğuma göre), sonra da ödev yazdım... aaggghhhrr

pimoka dedi ki...

Bu durumda ben sürekli burda olduğum için ne yapmam gerektiğini bilemedim şimdi.