Perşembe, Ocak 18, 2007

Buraya ne demeli?

Buraya London (Landın) mı demeli, Londra mı? Londra deyince ardından, Londra Ontario eklemeli. Öğrencilerim bile şaşırdı bu konuda, "London'ı nasıl yansıtırdınız?" diye sordum, sınıfın yarısı Londra-İngiltere anlamış. Bu soruyu hangi bağlamda sorduğumu açıklamayayım şimdi. Neyse. Böyle bir adlandırma sorunsalı bulunuyor bu şehirde, şehrin kendisinde var bu, Picadilly, Richmond gibi sokak adları da okyanusun diğer tarafındaki aynı isimli şehre gönderme yapınca. Diğer Londra'yı görmedim, güzel diyorlar.

Doğa olayları
Havadan sudan bahsetmeye devam edeceğim dayanamayıp. Geçen hafta bir sabah kalktığımda çok heyecanlanıp fotoğraf çektim. Camdan bakınca heyecanlandım. Sabah ilk iş camdan bakarım, öyle, alışkanlık. Dünya yerinde duruyor mu diye herhalde. Neyse. Çok biriktirince çok geyik yapıyormuşum. Gece yağmur yağıyordu, daha doğrusu havada su buharı vardı, hep vardır ama o gece su buharları gözle görülebiliyordu. Sabah yeryüzü bir cam tabakasıyla kaplanmıştı, ağaçlar, çimenler, kaldırımlar, arka sundurmaya atılmış suni deri siyah koltuk. Hani yarım kesilmiş soğanı dolaba koymak için selofona sararız ya, buzdolabı kokmasın, soğan kurumasın diye. Yani ben sararım, atmam nimettir. Dünyanın bu kesimi de öyle selofona sarılmıştı, hatta daha da güzeldi, çünkü buz selofondan daha şeffaf. (Yazarken dahi kendimi güldürüyorum ya, ne diyeyim bilemiyorum.) Üstelik akmaya çalışan su damlaları da donmuş, dalların uçlarında, trabzanda, arabaların çamurluklarında, çatılarda sarkıtlar oluşturmuşlardı. Ama en güzeli tüm dalları buz tabakasına sarılmış ağaçlardı, hele gece lambaların altında yılbaşı süslerinden çok daha güzel parlıyorlardı. Bir de bahçeleri süslemek için kullanılan büyük sazlıklar buzdan bir kılıç demetine dönüşmüştü. Buz şenliği, sırça ağaçların ve çimlerin üzerine kar atıştırana kadar bir kaç gün sürdü. Ne şenlikti!

High-Tech Çin Malı
Bu "Made in China" beni epey düşündürtüyor. "Yeni mi uyandın" diyenler olabilir, ama burda nerdeyse herşey Çin'de üretilmiş, öyle böyle değil. Hatta bugün "Designed in USA, Made in China" yazısını görünce tamam dedim, bitmiştir. Aklınıza ne geliyor yiyecek dışında: kırtasiye, kıyafet, mutfak eşyası, vs. vs. Artık tik oldu, elimi neye atsam nerde üretildiğine bakıyorum. Çin değilse, Tayvan veya hatta Vietnam. Alışveriş manyağı değilim, hatta mümkünse bedenimi söyleyeyim biri alsın benim yerime. Bu pek mümkün olmadığından canım arkadaşımdan yardım istiyorum, sağolsun senede iki kere çıktığım kıyafet alışverişinde bana eşlik ediyor, daha doğrusu ben ona eşlik ediyorum bana bir şey alıyoruz. Ama yakında etiket manyağı olup çıkıcam. İstanbul'da Çin malı denince "ne alırsan bir lira" dükkanlarındaki gibi eften püften şeyler akla geliyor. Bir de Beyoğlu'nda iki katlı bir çanta mağazası vardır, çok çeşitli spor çantaları olduğu için severdim, en son bavul bakmaya ikinci katına çıktığımda, dükkanı tamamen Çin malı çantalarla doldurduklarını görüp epey şaşırmıştım, adam "ama ucuz" demişti tok bir sesle. "Evet ama kötü mal" demedim. Çünkü çantalar tasarım dahil Çin üretimiydi ve gayet düşük kaliteydiler, üç kuruş bile olsa o paraya deymez, bavul havaalanının ortasında patlayıverir. Burda ise ABD veya Kanada ile özdeşleşmiş markalar mallarını Çin'de üretiyor. Bu da bilinmeyen bir şey değil. Bir işçi maliyetine on işçi az buz bir fark değil. Amerikan tarzı liberal ekonomiyi anlamıyorum, anlayan varsa beri gelsin anlatsın. Kendimi yeni bağımsızlığını ilan etmiş doğu bloku ülkelerinden birinden gelmiş bir yabancı gibi hissediyorum. Devletçilik ciğerime işlemiş.

Buraya döndüğümde (yön ifade eden fiiller kafamı karıştırıyor: dönmek, gelmek, gitmek) senelik alışverişimin ikincisini, iklimlenme amacıyla "gerçekten su geçirmeyen" bot ve terletmeyen ama sıcak tutan mont almaya harcadım. Kıyafet konusunda babama çekmişim sanırım, üç tane ortalama ayakkabım olacağına bir tane düzgün ayakkabım olmasını tercih ediyorum. Gerçi babam sonunda dört tane düzgün ayakkabıya sahip olurdu. Bir tane olursa hemen eskir diye hemen bir yenisini alırdı. O halde anneme çekmişim. Halama çekmediğim kesin. Halam beğenip de bir eşarp alırsa, sonra dayanamaz ona uygun bir etek, ve o eteğe uygun bir bluz, hepsine uyan bir ayakkabı, ve ayakkabı ile uyumlu bir çanta alır (-dı daha gençliğinde.) Ama annem kendine bir şey almaz, ne varsa onu giyer, kızı annesinin üstünde aynı şeyi görmekten sıkılınca annesine yenisini alır, ama annesi eskisini kullanmaya veya giymeye devam eder. Aradan seneler geçer, kızı annesine "sana yenisini alalım" der, annesi reddeder, "bugün sinemaya gidelim hem biraz dolaşırız" kandırmacalarını da hiç yutmaz. Anneye kıyafet almak mı, deveye hendek atlatmak mı.

Neticede kendime Kanada'da tasarlanmış, Çin'de üretilmiş, ısı yalıtımlı, rüzgar geçirmeyen kış pantalonu aldım, ister kotun üstüne giy, ister tek başına. Denedim, iç mekanda terletmiyor. Böylelikle otobüsü kaçırdığımda yürüyebiliyorum, bana mısın demiyor. Bunun bir üst modeli de zaten kayak pantalonu. Abartmışsın diyenlere yanıtım: bugün hava sıcaklığı -18 celsius idi, hissedileni -24 diye tahmin etmişler. Bana göre abartan ben değilim (hala kendimi ikna etmeye çalışıyorum yahu), bu havada yırtık kot ve altında terlikle okula giden anca yirmisindeki veya yanımdan geçen bir yandan konuşup bir yandan jogging yapan iki adamdır. Ne giydiğim kimsenin umurunda değil, ama etrafımdaki herkesi kotla görünce şaşırıyorum hala.

İklimlenme (aklimatizasyon yerine uydurdum biraz önce, çevirmen arkadaşlar düzeltsin veyahut yenisini önersin) çabasının bir kısmı da bu iklimde giyinmeyi öğrenmek. Gelmeden önce adı gibi kendi de narin ve nadide arkadaşım temel ilkelerinden bahsetmişti ama denemeyince insan anlamıyor. Mesela bu iklimde yün kıyafetin işe yaramadığını hatta gayet kötü olduğunu anneme anlatamıyorum. Herhangi bir montun içinde yün kazakla on dakika yürüdükten sonra içersi 30 derece olan otobüse bindiğinde veya bir iç mekana girdiğinde, ciltteki tüm hücrelerden ter fışkırıyor. (Derisi yok ama bahçede fotoğraf çektikten sonra eve girdiğimde aynı şey fotoğraf makinama da oldu. Bunu önlemek için içeri girmeden makinayı hava geçirmeyen bir poşete koyup içerde iklimlendirdikten sonra poşetten çıkarmak gerekiyormuş. Bilmiyordum, öğrendim.) Dolayısıyla terletmeyen, daha doğrusu teri tutmayıp dışarı atan, yani high-tech ürün jargonunda "nefes alan" şeyler giymek gerekiyor, çünkü o terin üzerine ne giyersen giy dışarda hiç bir şey korumaz. Bu tür high-tech ürünlerin güzel tarafı, kat kat üstüste giymeye gerek kalmaksızın, ve dolayısıyla üzerinde fazla ağırlık taşımaksızın soğuktan korunabilmek. Uzun sözün kısası, Kanada'da tasarlanıp, Çin'de üretilmiş nefes alan, dünyanın en hafif ısı yalıtımını sağlayan kuştüyü ile doldurulmuş bir mont aldım, istediğim kadar yürüyebiliyor, beşeri tabiyatın şenliklerine nail olabiliyorum.

Sonnot niyetine: Uzakdoğu malı haftasına slogan önerimdir: "İster Çin'den ister Tayvan'dan, nerden alırsan al, high-tech al."