Perşembe, Aralık 10, 2009

kuyu ve taş

seneler önce çok bilmiş bir akrabam felsefe için şöyle demişti: "delinin biri kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış". ona şöyle demek isterdim: kuyuda taşın sesi daha güzel yankılanıyor, o güldüğün kırk akıllı da o taşın sedasını dinliyor.

anlayışlı akrabalarımın ve tanıdıkların listesi kabarık olduğundan derim artık fil derisine dönüşmüş olmalı gerekir diye umuyorum.

Perşembe, Aralık 03, 2009

sabah radyonun alarmı ile kalkıp küfrederek giyiniyorum, sıcak yatağıma dönmek istiyorum ama gitmem gerek, en azından bu sabah gitmem gerek. dışarda sabahın ayazını düşünüp küfrediyorum, sabah erken kalkmak zorunda olduğum için küfrediyorum, okula bisikletle gitmek zorunda olduğum için küfrediyorum. sabahları neşeyle kalkanlara ayrıca sinir oluyorum. dışarsı korktuğum kadar soğuk değilmiş neyse ki, sabahın henüz dağılmamış ayazı beni uyandırıyor. açık gri bir gökyüzü, havada hafif bir buğu var. yokuş aşağıya gitmeyi seviyorum, bisikletle yana yatarak virajları almayı seviyorum. aslında okula bisikletle gitmeyi seviyorum, hele de böyle güzel sabahlarda. derenin yanısıra giden bisiklet yolunun her iki yanı sonbahar yapraklarından bi örtünün altında. yaprak örtüsünün içinden dımdızlak kalmış koyu ağaçlar gökyüzüne uzanıyor. ortalıkta kimse yok, ağaçlar, kazlar, yaprak denizi. bir filmin sahnesinin içinden gidiyorum, konusuz bir film; konusu henüz açığa çıkmamış bir film; daha çok, sonrasında cinayet mi yoksa bir romantik karşılaşma mı olacağına dair sır vermemiş bir fransız filmi. sakin. sukunet. dingin. ölmek için güzel bir gün diye düşünüyorum. öyle geçiyor aklımdan. hani filmlerde bazen karakter bilir o gün öleceğini, Antonio'nun Yazgısı'nda Antonio bir sabah uyanır ve bilir o gün olduğunu. o gün bu günmüş dedim. bunda kederlenecek bir şey yok. bir gün nasılsa öleceğim, bir gün bu gün olsa ne yazar. hem de ne yazar, bu bilgiye sahip olmak ne lütuf. günlerden bu gün dedim. bir gün, bir gün ölmüş olacağım, artık olmayacağım. bir gün, tanıdığım herkes ölmüş olacak, artık olmayacak. bugün ölmek için güzel bir gün dedim.

Pazar, Ekim 11, 2009

şükran günü yazısı

Fırında sade elmalı bi turtayı ve ondan önce yiyeceğim son takıntılarımdan taze mantarlı makarnanın suyunun kaynamasını beklerken bir şükran günü hindili bir akşam yemeği davetini bitmeyen nezlemi bahane edip geri çevirdiğimden nasılsa evdeyim diye yemeye ve içmeye, ve dahası yemek yemeye şükranlarımı sunan bu yazıyı döşenmeye koyuldum. son günlerde yine yeme-içme kültürleri üzerine düşünüyorum yoğun bir şekilde. geçtiğimiz günlerde biraz daha zekice yapılmış olmasını umduğun Julie & Julia filmini izledim. bu yazı biraz da ondan. ama daha önemlisi, yemekle ilgili tutkularım şimdiye kadar varsaydığım kökenlerini burda farkına varmaya başlamamdan. herşeyin iyisini ve ucuzunu aramak zorunda kalıyorum çünkü. diğer yandan da, tutkularımda aslında ne kadar yalnız olduğumu farkediyorum; Julie Child ile en temel ortak noktam bu olsa gerek.

burdaki kahvaltımı tarif edince ne demeye uğraştığım biraz daha anlaşılır olacak diye umuyorum. mönümde çeşitli takıntılarım var, dönem dönem belli malzemelere ve çeşitlemelere takılıyorum. son zamanlardaki takıntılarımdan biri de beyaz peyniri ufalayarak tavada erittikten sonra yumurtaları tavaya kırıp tavada çırpmak suretiyle uydurduğum çırpılmış yumurta. burda bulduğum beyaz peynir sert inek peyniri tadında, hani nineler 'kireç' derler ondan, sanırım kendi başına yemek yerine bir şeye katmayı o yüzden tercih ediyorum peyniri. yanına domates doğruyorum, üzerine biraz zeytinyağı ve kekik. sonra gene zeytinyağı ve kekikli siyah zeytin. sofrayı kurduğumda renklerin coşkusunun fotoğrafını çekmek istiyorum. önce gözü doymalı insanın.

zeytinyağına ayrıca güzelleme yazmalı. zeytinyağını yemeklik yağlar arasına sokup sonra aralarında sıralama yapanlara bozuluyorum. doğal tereyağını ve zeytinyağını hiç bir şeye değişmem. marketten zeytinyağı almam dakikalarımı alıyor; tadını ve kokusu alamadığım için şişeleri ışığa tutup tonlarını karşılaştırıyorum uzun uzun. sonra en koyu renkli, berrak ama yeşil tonlarda olanını seçiyorum. onun bile tadı kokusu fazla ehlileşmiş geliyor bana. domatesin suyuna çavdar ekmeğimi bandırırken akdenizin makilerinde bütün yaz boyunca güneşin altında kararmış zeytinlerin pıtır pıtır toplanarak küfelerde taşınmasını ve sonra bütün meydanı kokutarak koca taşların arasında preslenmesi geçiyor gözlerimin önünden. hani o yüzden kekik o kadar yakışıyor hem zeytine hem domatese, aynı yerden geliyorlar bana göre. sonra bir de kazdağının taş evli köyleri ve o evlerin serin avluları, sokaklarda dolaşan tavukları, sepetlerde dizili incirleri.

lezzetin sadece dil ucundaki sinirler yoluyla algılanan bir duyum olduğundan şüphe etmek için örneğin neden ekmeğin hatta tüm yiyeceklerin kutsal olduğunu, kutsallığa inanmıyorsak bile neden kalanları atarken tuhaf bir suçluluk duygusuna kapıldığımızı sorabiliriz. altı yaşında filandım, annemle akşam eve dönüyorduk. yere düşmüş bir somon ekmek görünce ekmeği yerden alıp üstüne üfleyip üç kere allahuekber deyip öperek alnıma koymuştum. daha üç sene önce türkçe bilmeyen kızının tuhaf davranışını algılayamayan annem ne yaptığımı sordu. ben de ne yaptığımı bilmiyordum, hatta bunu nerden ve kimden gördüğümü de. durumu anneme babam açıklamıştı, tabii açıklama ne kadar açıklama olabilirse. büyümek ve yetişmek dediğimiz şey beyin yıkanmasından ibaret mi bilmiyorum. buna 'doktrinleştirme' desek daha mı kabul edilir olacak, aynı şey oysa ki. ama işte tam da çavdar ekmeğini kekikli domatesli zeytinyağına bandırırken o günah ve kutsal çemberinden daha eskilere giden bi kutsallık seziyorum, taa pagan zamanlara. toprağın ana, güneşin ve rüzgarın tanrı olduğu zamanlara. ekmek tanrı yarattığı için değil, daha çok topraktan geldiği için kutsal. hani o kuru toprağı rüzgar esip dövmüş, sonra yağmur gelip damla damla emzirmiş, yağmurdan çatlayan başak taneleri güneşe durmuşlar başları dik. bunun gibi. sonradan bizim allah eklenmiş olaya ama silinmemiş paganların o doğa güçlerine inanışları. hadi zeytinyağlı yemeğin kalan sosunu dök lavaboya, ne tutuyor seni allah inancı mı? yoksa zeytinyağının pahalı olması mı? sanmıyorum. pagan inanışların silik de olsa anadolu'da varlığını sürdürdüğünü bana düşündürten başka olgu, hatta belki biraz daha inandırıcı olan, Hıdrellez'in kutlanması. evet, bir sürü toplumda baharın gelişi çeşitli şekillerde kutlanır ve genelde çok eskilere, tektanrıcılıktan önceki geleneklere bağlanır. dolayısıyla beni hıdrellez'in islam yorumunu vererek ikna edemeyeceksiniz. bi de elbette havaya, suya sonra da toğrağa düşen cemre var. hadi onu yorumlayın islamla.

çavdardan başağa, ordan tarihin katmanları arasında alttan alınan taşlarla kurulan köy evlerinde sepetlerde dizilen incirlere geldiysem eğer, bizim yeme içme kültürümüzün pagan geçmişlerini irdelemek içindi. bizim yerine benim mi demeliyim bilemiyorum. günlük hayatın konuşulmayan değer yargılarının onların yokluğunda daha iyi farkına varıyor kişi. zeytini presleyen köylüye sorsan sana belki ne toprak diyecek, ne rüzgar ne güneş ne de hıdrellez. ama öyle davranacak çıkan zeytinyağına. sonra kalan posadan yakacak yapacak. posadan sızan sıvıyla sabun yapacak. misafir geldi mi basacak çoban salatasına zeytinyağını. kuzey amerika'da, gene genelleme olacak ama, arabaya gaz doldurur gibi bedene benzin alınmasını, yemek yemeye ve yiyeceklere salt gereksinim olarak bakılmasını dehşetle karşılıyorum, ve de duruma hiç mi hiç alışamıyorum. yeme içmenin sosyalleşmede boyutundaki farklılıklara ise şimdi girmeyeyim en iyisi.

tüm bunların yanı sıra, hasretini duyduğum pek çok şey varken tadlara ve renklere sarılmam çok da tuhaf olmasa gerek.

bir de anektot anlatmalıyım kekikle ilgili, yoksa çatlayabilirim. geçen gün amerikalı arkadaşıma beşamel sos tarifi verirken, "kekik de ekliyor musun" diye sordu. tamam beşamel ecnebi mutfak olabilir, okurlardan bilmeyen varsa tereyağ, un ve sütle yapılır, istenirse taze kaşar eklenir, beyaz bir sostur. eyvallah. onun kahverengisini burda süt yerine et suyu ve tercihen etin yağıyla yapıyorlar. şimdi krema kıvamındaki beşamel sosunun kekikle ne alakası var? yani ne yakınlığı, akrabalığı var? "hayır eklemiyorum, hem gitmez ki" diye bir yanıt verdim, ne dese beğenirsiniz: "ben seviyorum." sanki hayatında defalarca beşamel sos yapmış da aklına bi de kekikle çeşitlendirmek gelmiş. bir kere ayrı iklimlerin, ayrı paletlerin tadları. yeniliklerin sınırı olmaz belki ama farklı paletler olduğunu da arkadaşıma anlatmaktan vazgeçip içimden isterse yahniye de soya sosu katabileceğini söyleyerek kendimi eğlendirdim. yahninin soya soslusu neden olmasın? olabilir, hatta belki vardır da. ama eminim soya katılan soğanlı bir et yemeği yahni gibi pişirilmiyordur. önsezi.

ee yazıyı başka tür bir kahvaltının cıvıl renkleriyle bitireyim. annemle çok sevdiğimiz, eğer sofraya başkası katılmışsa biraz tuhaf karşılayabileceği, biraz orta avrupa kahvaltısı. ya da öğünü. şimdi düşündüm de hiç kahvaltıda yapmayız biz bunu ama kahvaltı dedim nedense. annemle favorilerimizden oldugu için genellikle akşam yemeğimiz olur. bunu sofrayı öyle tören gibi, festival gibi hazırlamıştık ki dayanamayıp masanın fotoğrafını çekmiştim.

Şükranlarımı sunmayı unutuyordum nerdeyse: toprağı yaratan dağa taşa, tohumu bağrına basan toprağa, yağmuru bırakan buluta, tohumu çimleyen damlaya, çiçeği dölleyen arıya, hepsini seven güneşe, yemişleri toplayan ellere, onları taşıyan sırtlara, soframa getiren ayaklara şükürler olsun.

Salı, Temmuz 28, 2009

İstanbul'dan ısmarladım

bu defa İstanbul'dan yazayım, değişiklik olsun. İstanbul sabahında yeni bulduğum bi grubun müziğini dinlerken, herkeslerin çoğu uyurken, neleri neleri düşlerken. bir süre sonra burda olmanın farkı kalmıyor, neden diye düşünürken. sürekli farklı olmasının farkında olarak yaşamanın pek de normal olmadığını hissedip, fark kendini artık hissettirmediğinde hüzne kapılmanın tuhaflığına sabah serinliği katılıyor. bugünlerde biraz gıcıklığım üstünde, asabiyim dememek için.

baudelaire'in paris eğreltilemelerini andıran pek çok istanbul güzellemesi var bu şehri sokak kadınına benzeten. eğreltileme kelimesi hala kullanılıyor mu bilmiyorum. oysa istanbul'un umrunda değil insanların onun hakkında ne düşündüğü, insanların onu sevip sevmediği. böyle düşünmeyi daha çok seviyorum istanbul hakkında. yollarından kıyılarından akıp yaşarken insanlar umru değil. sokaklarına mı tükürmüşler, ağaçlarına mı kurdele bağlamışlar, tünellerle delik deşik mi etmişler, umru değil.

şafak sökmeden tepelerinden elmaslar, zümrütler bocalanmış gibi ışıldıyor gecenin karanlığında, insanın gözünü alıyor. günün en güzel saatlerinde insanların neden uyuduklarını anlamıyorum, düşleri daha mı güzel geceden?

Pazartesi, Nisan 13, 2009

aç pencereleri bahar geldi

Ah çok özlemişim burayı. nerdeyse bir sene mi olmuş? kelimelerimi kaybetmiştim, asılsızdılar. ama niye yazmıyordum sorusunun yanıtı bu değil sanırım. sadece bu değil.

bluğ çağı depreşmelerimden birinde 'yalnızlık kapının anlamsızlaşmasıdır' diye yazmıştım. kapılar anlamını yitirince pencerelere sarılmalı insan. bir pencere açmalı.

aşk olmayınca meşk olmuyor.

ama meşk olmayınca aşk hiç olmuyor, bunu unutmuşum.

yazılarımı izleyen arkadaşlarımdan biri Kanada izleklerime serzenişte bulunmuştu epey zaman önce. burda olmama mı içerliyordu, yoksa kendisinin hep orda olmasına mı bilemiyorum. bu tür sorulara 'ikisi birden' yanıtını vermeyi öğreniyorum. 'o mu, bu mu?' soruları aldatmacalıdır çoğu zaman. seçenek sunuyormuş gibi yaparlar. o serzenişi sistemimden atmamışım bunca zamandır, bir de bu var. özdemir asaf'ın şiirde dediği gibi hıyarın biri bahçeme girip ağaçlık tasladığında höt! demeyi bilmeli insan. burayı yazacağım tabii ki, nereyi yazacağım ya. Kanada'nın Londra diye bir şehrinde yaşıyorum, başka bir arkadaşım 'Londra' dememe gülüyor ama buranın adı o. serzenişte bulunan arkadaşa Adorno ile Horkheimer'ın birlikte yazdığı 'Kültür Endüstrisi' yazısını neden burda okuduğumda taşların iyice yerlerine oturduğunu, 'aynının emperyalizmi'nden neyi kastettiklerini iliklerimde anladığımı nasıl anlatmalı. anlatmalı mı?

bir pencere açmalı.