Salı, Ekim 31, 2006
Yaprak Kuramı
İşte, bir Halloween de böyle geçti.
sn: peki ama başlıkta "kuram" kelimesini kullanmıştım, neden sonra "teori" demişim? Dilimizin zenginliğini göstermek için. Sabaha öğrencilerinin sınavlarını okuyacak biri için geyik kapasitem gözlerimi yaşartıyor.
Pazar, Ekim 29, 2006
Yaprak Süpürgesi
Kendine yeten haneler.
Sonra saymaya başlıyorum (İstanbul'da otoyolda gece giderken ışıkları yanık ev hanelerini toplu halde gördüğümde yaptığım gibi): bu evlerin her birinde bir çamaşır makinesi, bir kurutma makinesi, fırın, mikrodalga, kahve makinesi, süpürge makinesi, buzdolabı, derin dondurucu, bulaşık makinesi, saç kurutma makineleri, televizyon, video, müzik seti var. Sonra pencerelerini örten perdeler, yataklarını örten yatakörtüleri, salonlarında koltuk takımları, üzerinde yemek yedikleri masaları, çanaklarını koymak için büfeleri, kıyafetleri koymak için gömme odaları, fotoğraflarını asmak için çerçeveleri, online alışveriş yapıp chat yapmak için bilgisayarları, video ve dvd leri koymak için rafları, kitapları dizmek için kütüphaneleri, kirlilerini koymak için çamaşır sepetleri var. Ve bir de çim biçme makineleri.
Cumartesi, Ekim 28, 2006
Dişi köpekler de prolaktin salgılıyor mu?
Hangisi daha mide bulandırıcı bilmiyorum, etrafta damlalar olması mı, onları yalaması mı. Yine de bu temizleme güdüsünden dolayı köpeğe sempati duymadan edemedim.
Cuma, Ekim 27, 2006
yaprak izleri
Cumartesi, Ekim 21, 2006
ecnebi memlekette türkçe sözlü parça dinlemek
Ev özlemi veya sıla hasretinin çeşitli biçimlerde kendisini göstermesini anlayabiliyorum, mesela çeşitli yerleri ve yemekleri özlemek, dostları ve onlarla geçirilen zamanları anmak gibi. Benden önce yurtdışına okumaya giden arkadaşlarımın anlattıklarından insanın oturup ekşili köfte yapmasını hatta hamur açmasını anlayabiliyorum. İnsanın canının çekmesinden çok, ulaşamayacak olduğunu bilmesi sanırım asıl mesele. En başta da Türkçe konuşmayı özler tabii insan, ne kadar teknoloji aynı anda iletişebilmenin yollarını mesela 5 sene önceye göre inanılmaz ölçüde genişletmiş ve ucuzlatmış olsa da.
Bir sendrom olarak yurtdışında okuyanların dönüp gerçekte pek dinlemeyecekleri Türkçe sözlü müziğe hasretle bağlanmalarını garip bulmuşumdur. Dinlemeyecekleri ama Türkiye'de olsa ister istemez duyacakları tarzda müzikten bahsediyorum ki bu türden müzik benim için oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu sendroma feci kapılmış bir kaç kişi tanıyorum, ad vermeyeceğim.
Uzun sözün kısası, bugün öyle kaptırmış kitabımı okurken, 3 sayfa sonra müzik dinleyip ara vermeye karar verdiğimde listemde ne Türkçe parça olduğunu merak ettim ve başladım tek tek dinlemeye. Bu arada bilgisayarımda Kenan Doğulu'nun "Tutamıyorum Zamanı" parçasının da olduğunu şaşkınlıkla farkedip acaba nedir, ve acaba kimden almışım derken, parçayı dinlerken gülmekle ağlamak arasında tuhaf bir ruhdurumuna büründüm. Parçanın sözlerini kişisel algılamamaya ve ağlamamaya karar verip Mor ve Ötesi'nin "Cambaz"ına geçtiğimde içimden kahkaha atmak geldi. Hani insan kahkaha atarken gözlerinden yaşlar süzülmeye başlar ve eğer karşısında biri varsa o kişi ne yapacağını şaşırır, acaba beraber gülse mi, yoksa yatıştırmaya mı çalışsa diye. Öyle garip bir ruh hali. Bunun şarkının sözleriyle hiç ilgisi yok. Bu arada gözlerimden yaşlar süzülmedi, ama bunun bir önemi var mı? Var mı Civanım, söyle? Melodi ve sözler odanın duvarlarında yankılandığında yabancı bir şey doldurdu odayı ve buraya ait olmamasının yarattığı tuhaf bir etki var insanın üstünde. Bütün gün otobüste, sınıfta, yolda, markette, televizyonda duyduğum tek tür sesin dışında, cin gibi şişeden çıkıp birden odamı kapladı. Bu "şimdi orda olsaydım" değil, "şimdi burdayım"ın kafaya dank etmesi. Bir şekilde dinlediğim müziği duyan insanların anlamayacakların bilmek. Sözleri anlatmaya kalksam, ya da müziği, bunu asla tam olarak yapamayacağımı bilmek. Daima başka bir yere ait olmak. Daima aynı zamanda başka bir yerde olmak. Bu hüzün değil, üzüntü değil. Başka bir şey. Sabah kalktığımda senelerdir dinlemediğim bir parçanın sözlerini mırıldanmak gibi. Ve gözümde o parçayı en son dinlediğim anın canlanması, sözleri beraber söylediğim yüzlerin ve gülüşlerin canlanması, ve o ana asla geri dönemeyeceğini bilmek. Mesafe. Fiziksel mesafenin metamorfoza uğraması ve soğuk teninden sızan salyalarının üstüme damlaması. Hmmm. Yazdıkça sapık bir korku/gerilim metnine dönüşmeye başladığından tam burda en heyecanlı yerinde kesiyorum.
(Sadece şarkı sözlerinden oluşmuş bir metin yazmak istiyorum, ama bunu sadece Türkçe sözlü parçalarla yapabileceğimi sanmıyorum.)
"Kafaları çekip muhabbet edelim. Sonra senin için dans da ederim."
Cuma, Ekim 13, 2006
"İnsanları tanıdıkça hayvanları daha çok seviyorum."
Bugün az konuşup çok anlatmak istiyorum, o yüzden fotoğraf koyacağım. Pek fotoğraf çekmiyorum, fotoğraf çekmek turist gibi hissettiriyor. Bunun üzerine ilerde daha uzun duracağım. Haftasonu havalar soğumadan önce, nihayet nehir kenarındaki bisiklet yolunu keşfetmeye gittim. Bisiklete binmeye çalıştığım ilk günlerde yolun üzerindeki parklardan birine gitmiştim ama henüz yürüyen insanların veya bisikletlilerin yanından gitmeye korktuğum için parkura girmemiştim. Bu defa acısını çıkardım, şehir merkezine kadar gittim. (Nehir şehrin içinden geçmekle birlikte nehir boyunca giden parkur ağaçlar arasından, parklardan geçtiği için şehrin neresine geldiğini anlamak zor oluyor. Parkurdan normal yola ana caddelere çıkışlar var, hangi caddeye çıkıldığı yazıyor tabelalarda. Merkeze indiğimi ordan anladım.) Cennetlik bir deneyimdi, aşık olmuş kadar mutlu oldum; devasa ağaçlar, ağaçların arasından fosforlu yeşil çimene vuran dalgalı ışık. Işık. Işık. Işık.


Ev Arkadaşlarım
Dışardaki ağaçta yaşayan sincaplardan bahsedecektim: Evin önündeki ağaçtaki kovukta yaşayan siyah sincaplar var. Bu kadar. Arada daha seyrek olan boz sincaplardan biri kovuğa girip çıkıyor, onlar da mı evi paylaşıyorlar bilmiyorum, aralarında kavga çıktığını görmedim. O boz sincapların kuyrukları daha büyük ve etrafında daha açık hale şeklinde tüyler var o yüzden daha güzel görünüyorlar koyu renk sincaplardan.
Yaşadığım evi paylaştığım hayvanlar, bir canavar yavrusu kedi, yaşlı bir St Bernard ve biraz salak ama çok iyi kalpli dişi bir İngiliz çoban köpeği. Kedi tam bir canavar, hiç bir şeyden korkmuyor ve sürekli parmaklarımı kemiriyor, arka dişlerini değiştiriyor sanırım. Şimdi biraz biraz söz dinlemeye başladı. Fotoğraftaki kediyi bulun:




Salı, Ekim 03, 2006
Boost Energy, Beat Stress and Burn Major Calories
Spor yapmanın strese ve depresyona iyi geldiği uzun süreden beri biliniyor. Fizyolojik açıklaması uzun ve ayrıca ayrıntılarını unuttum. İşte, kaslarda oksijen kullanımı artıyor ve yetmemeye başladığı zaman laktik asit salgılanıyor, laktik asit ağrı verdiği için beyin bunun üzerine başka bir şey salgılıyor. Kısacası spor sonrası insanın tüm bu kendini-iyi-hissetme hali, bedenin sarfedilen olağanüstü efor karşısında kendisini savunma mekanizmasının sonucu. Bunun sonucunda da eğer spor yaparken dalak yarılmamışsa kişi kendini zinde ve enerjik hissediyor, beynini boşaltmış olduğundan da konsantrasyonu artıyor. Tıpkı başlıkta da dediği gibi. Başlık kadınlara özel bir fitness dergisinin kapağından. Evde muhtelif yerlerde, mesela tuvalette, o dergilerden bolca bulunuyor. Ev sahibim Tara zamanında fitness yarışmalarına katılıyormuş, Kanada 27.si olmuş. Dergilerin adları da çok hoş: "Action Woman, Canada", "Muscle & Fitness: Hers", "Hers" vs.
Tüm bunlar olumlu şeyler de, neden koşanların görüntüsünü 1984 filmiyle bağdaştırdığımı biraz daha düşününce bulacağımı umuyorum. Dışarda koşmayı biraz daha anlayabiliyorum , temiz hava, değişen manzara, ama bir kapalı odada aynaya karşı alet üzerinde koşmak, işte bu tam 1984.
Özetle burda insanlar sıkıntıdan ne yapacaklarını bilemiyorlar, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak gibi eğlencelerin tümü pahalı, televizyon karşısında oturup 150 kilo olmanın iyi bir şey olmadıklarına inandıklarından "Hadi kocacığım, koşalım, haftada 3 kere, sonra hergün. Ama önce gidip spor mağazasından bir takım yazlık bir takım kışlık koşu takımı alalım."
Ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse, İstanbul gibi şehrin insanı inanılmaz yorduğu bir şehirden buraya gelince insan ister istemez alaycı bir mizaç ediniyor. Beni iyi tanıyanlar şimdi buna gülüp, "Sen zaten her zaman öyleydin." diyorlardır. Haklılar. Ama alaycı olmam, söylediklerimi kastetmediğim anlamına gelmiyor.
Gelecek yazıda evimin önündeki ağaçta yaşayan sıçanlardan, pardon, sincaplardan, şu anda klavyemin üzerinde yatmakta olan canavar yavrusu kediden, geçen yazıda bahsetmediğim endişelerimi yenmek üzere geliştirdiğim taktiklerden ya da edindiğim takıntılardan, ağaçların alt dallarından başlayarak kızarmasından ve nehrin kenarındaki bisiklet yolundan daha henüz gidememiş olmamdan bahsetmek istiyorum. (Bir vaad aynı zamanda nasıl vaadettiği şey olur, örnek 2; sevgili okuru heyecanda bırakmanın yolları 15).
Sonnot: "Ama neden 1984?" Sanırım bir atlet olarak spor yapmakla, emeğin yeniden üretilmesine hizmet eden bir eylem olarak spor arasındaki farklar yüzünden.