Cuma, Mart 23, 2007

Toronto yolculuğu

Toronto ve şömendifer

Sonunda geçen ay Torono'ya gidip Kanada'nın şehirlerinden birini görebildim. Yaşadığım yer de şehir ama Toronto'yu görünce olmadığına karar verdim. Toronto çok güzel ya da etkileyici olduğundan değil, ama en azından şehir. Burası Toronto'yla karşılaştırılınca kasaba. İstanbul'la karşılaştırmak istemiyorum, yeterince abesle iştigal ediyorum zannımca.

Toronto'ya gitmek üzere sabahın köründe kalkıp taksi çağırdım, sonra aklıma geldi "yahu hangi tren istasyonundan kalkıyor bu tren?" Nasılsa taksi şoförü biliyordur diye pek dert etmedim. Taksi şoförü de hangi istasyon diye sormadı zaten. Şehirden, pardon, Londra'dan geçen iki demir yolu var, sadece bir tanesini yolcu taşıyan trenler kullanıyor. İstasyona gelince burda sadece bir tane istasyon olduğunu fark ettim.

Daha çok Varan veya Ulusoy otobüslerinin tesislerine benziyor istasyon. Nerdee Sirkeci İstasyonu, hani Haydarpaşa? Neyse. Toronto'ya gidecek olan yolcular çağrıldı, yolcular tesis kapısında nedense kuyruğa binip kapıda biletlerini görevliye gösterdi. Sonra trene binmek üzere sabah soğuğuna çıkıp trenin yanında gene kuyruğa girildi. Trenin kompartmanlarından birinin kapısı açıldı, merdiveni indirildi (çünkü nedense trenler çok yüksek, sanırım kardan dolayı), merdiven de buz tutmuş, yolcular yine tek tek biletlerini göstererek kompartmana bindiler. Koltuklar otobüslerdeki gibi, içerisi daha çok uçağa benziyor, kompartmanın girişinde kahve çay yapma bölmesi var uçaklardaki gibi, sonra büyük bavulları koyma bölümü var. Yerleştikten biraz sonra kompartmanın hostesi meşrubat-kahve arabasıyla isteyene kahve sattı.

Şehirlerarası otobüs Toronto'ya dolaşa dolaşa beş saatte gittiği için trenle 2 küsür saatte gitmek daha mantıklıydı. Üstelik rahatmış da. Ama trenin ritmi tuhaftı, genelde trenlerin insanı (yani beni) gevşeten, uykusunu getiren bir ritmi vardır, bu trenin ritmi pek aritmikti. Tren Toronto güzergahında iki şehirde (pardon kasabada) durduktan sonra Toronto'ya vardı. Ben yolda hala "acaba hangi istasyonda inmek gerekiyor şehir merkezine gitmek için?" diye soruyordum kafamda. Toronto'ya gelince muavin ses etti "Toronto yolcuları!" diye. Nedense Toronto-doğu, Toronto-merkez, Toronto-batı gibi istasyonlar olmasını bekliyordum. Ah Alice the dreamer! Burası Kuzey Amerika, burda eski kıta banliyöleri işlemiyor, burda herkesin arabası var, arabası olmayanın motorsikleti var, motorsikleti olmayanın bisikleti var, bisikleti olmayanın kaykayı var, kaykayı olmayanın ayakları var.

Bindiğimiz gibi sırayla ve tek tek indik trenden. Neyse ki tren istasyonu ile metronun yeraltından bağlantısı vardı, ve ne ilginç, yaşlı bir turizm görevlisi bedava şehir merkezi haritası verdi. Toronto'nun pek büyük olmasa da, İstanbul'unkinden daha uzun bir metrosu var. İyi ki de varmış çünkü dışarda öyle bir rüzgar vardı ki, dışarda eldivenimden parmaklarımı çıkardıktan sonra yaklaşık yirmi saniye sonra parmaklarımı hissetmiyordum. Sanırım Toronto'nu bu yılki en soğuk haftasonunu seçmişim şehri görmek için. Soğuk neymiş Toronto'da gördüm bu sene, cumartesi günü hissedilen eksi yirmisekizdi, merak edenlere.

ps: Muallakta kalmasın, sigara içmek için parmakları eldivenden çıkarmak gerekiyor, ne de olsa hiçbir üstü kapalı mekanda sigara içilmiyor. Hala bir kahveye oturduğumda masada küllük olmamasını garipsiyorum.

Pazar, Mart 18, 2007

İzlenimleri sabitlemek

Aradan zaman geçince izlenimler silikleşiyormuş, yaşananların etkisini yitiriyormuş. Öyle bir söylenti var. Geri geldiklerinde veya geri çağrıldıklarında daha etkili olabileceklerine inanıyorum ben yine de. Ya da sanatın gücüne. Ama sanat deyince insan irkiliyor, çok ciddi bir şey çünkü, bize öyle öğretildi. Nefret ettiğim lise kompozisyonlarından birinin konusu şuydu: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir." Bunun üzerine bir kompozisyon yazmamız istenmişti, çok gaddarca.

İzlenimler geri çağrıldıklarında daha güçlü geri gelebiliyorlar, ya da izlenimlerini çağıran kişi onları güçlü kılabiliyor. O halde, yaratan kişinin bir tür ruh çağıran olduğu da söylenebilir, bir tür çığırıcı. Belleğin derinliklerinden anları, imgeleri, halleri, mimikleri ve modlarını çağırdığında, zamanı belirsiz o anın ruhu dolduruyor odayı, başka bir bedene bürünüyor yaratan, ruh çarpması, çağırdığı ruha teslim oluyor (ama tam değil). Sanatın büyülerle ve mitlerle bürülü eski zaman ayinleriyle olan o ince bağı diriliyor. Nedense aklıma Marguerite Duras'nın Sevgili adlı romanı geliyor
aklıma.

Diğer yandan belleğin süzgeçlerine güvenmeyenler ve zamanın herşeyi unufak eden acımasız çarklarından korkanlar için en iyisi etki geçmeden sabitlemek. Günlük tutan, tutmuş olan, o büyüyü aktarmanın aslında ne kadar zor olduğunu, kelimelerin ne kadar eksik, beceriksiz ve topal olduğunu bilir. Sabitlemeye çalıştıkça kaçan efsunun peşinden koşarak yazmak acı verir. Bazı şeyleri yazmak istemez bir de insan, zihindeki imgeleri olduğu gibi saklamak ister, kelimelerle kirlenmeden geçmiş tapınağındaki yerlerinde korumak ister. Yine de tutmak isteriz, sabitlemek olmasa bile bize o dünyayı anımsatacak ipuçlarını, o dünyaya giden haritanın işaretlerini çizmek isteriz. Belki bir gün, geri dönüp bakmak istersek diye.

İzlenimlerinin izini bırakmak isteyenin elindeki imkanlar sonsuz değil, ama zamanla olan sonu baştan belli olan düellosunda kaleminin yardımına tüm ruhları çağıracaktır.

Perşembe, Mart 01, 2007

Sol Kulakçık, Kulaklık, Kulak, Hah Hoparlör

Bilgisayarımın kendi kulaklıklarından, yani kulakçık çıkışından, yani kendi hoparlörlerinden müzik dinlemekten sonunda usanıp hoparlör almaya karar verip, ikinci el wooferlı, hmm, booferlı, off subwoofer'ın türkçesi nedir? Neyse, bir kaç ertelemeden sonra "ses sistemini" satacak olan adam, ki adı da Adam'dı, kibarlık edip arabasıyla kapıma kadar gelip, orijinal kutusu içinde teslim etti. Kutunun içine kablolara baktım, teşekkür ettim, eksik bir şey olursa derken Adam ekledi: "kız arkadaşım kontrol etti, bir eksiği olmaması lazım ama olursa haber verirsin."

"Ses sistemi"nin çalışmayan sol hoparlörünün neden sonra, yani tam 5 gün sonra çalışmaya başladığını yazacaktım ve bunun her tür batıl inanç kırıntısından zerre kadar hoşlanmayan, her bir şeyi denedikten sonra sistemin eski sahibi Adam'a lütfen gelip sistemini geri alması için mail attıktan sonra başıma geldiğini yazacaktım. Hoparlörlerin (uydu diyorlar, bayılıyorum o lafa) birinin çalışmadığını görünce önce derin nefes alıp, gayet basit bir şeyi gözden kaçırıyorum diye kalite kontrol teknisyeni gibi titizlikle her şeyi tek tek denedim. Uyduların içini açıp kabloların temassızlık yapıp yapmadığına bakmanın olanağı yok, illet oluyorum. Ama sonuçta sol hoparlöre giden kabloda sorun vardı, şimdi yok: kablo ortama ısınıp artık temas etmek istemiş olmalı.

Bu "ikinci cümlesinde kız arkadaşı olduğu bilgisini geçen Adam tiplemesi" üzerine daha önce yazmadıysam da içimde kalmasın. Ya kadınlar adamları usandırdıklarından adamlar baştan önlem alıyor, ya da medeni olmanın yeni usüllerinden biri de medeni durumunu en erkenden beyan etmek oldu. (Ve bence hiçbiri değil). "Süt taze mi?" "Eşime sorayım." Daha çok dalgasını geçebilirim durumun çünkü gayet absürd. Ben bir yandan kutunun içindeki nesnelere ve kablolara bakıyor, bir yandan bana verilen fazladan bilgiyi hangi cebime neden koyacağımı algılamaya çalışıyorum. Pardon, ben ses sistemi almak istemiştim, başka bir şey alabileceğim fantazisi bana ait değil. Erkek histerisini anlamanın yolu bu fazladan verilen bilgi cümleciğinden başlıyor. "Ahlaksız olmaksızın temas isteği nasıl iletilir, ya da iletişimin bilinçdışı," ama psikanalizden fazla bahsedince annem kızıyor. Hahahaha, buna pirelerim bile güldü.

"evde kimse yok"